Ana SayfaSinemaTürkiye Gerçeğini Akad Üçlemesi’nden İzlemek

Türkiye Gerçeğini Akad Üçlemesi’nden İzlemek

[Yazıyı pdf formatında okumak için: 

Türkiye gerçeğini Akad Üçlemesi’nden izlemek ]

Sinema incelemelerinde temel klişelerden birisini yapımları “dönem filmi” diye kompartımanlara ayırmak, daha da ötesi yaftalamak oluşturur. Kendi çağını, zamanının ruhunu, formlarını, araçlarını kullanmak dönem filmi etiketi yapıştırılmasına kâfi gelmez. Yapımın teması, alt metni, mesajı, felsefesi, insana ilişkin kanaatleri o zaman dilimini aşan boyuttaysa onu dönem filmi diye tarif etmek düpedüz tasfiyedir, tasfiyeciliktir. 

Gelin-Düğün-Diyet üzerine konuşanlar kırdan kente göçün, kentleşmenin, 70’lerdeki sendikal hareketlerin, işçilerin, Güneydoğu gerçekliğinin üçlemesi gibi kalıplara sığışırlar. Halbuki temaların ötesinde Lütfi Ömer Akad’ın eseri 1960’larda canlanan Türkiye’nin Düzeni tartışmalarının da eşliğinde bu memleketin iktisadi-toplumsal düzeni, insani alışkanlıkları, millet bağı ve dünya sisteminin değişimine paralel toplum ve devletin aldığı konum ile geleneksel inanç, tavır, ezberlerin çatışmasını içerir. Bu bakımdan çok bariz biçimde 60’larda canlanan İslami düşüncenin “geleneksel inançların İslam yerine konulması”ndan duyduğu rahatsızlık yani Meşrutiyet İslamcılığında bile merkeze yerleşen tezlerin rafine hali Üçleme’de yalın şekilde anlatılır. 

Gelin-Düğün-Diyet kısmen Kemalist modernleşmenin önündeki engelleri ortaya koyması bakımından anlamlıdır. Bir yanıyla Türkiye’nin liberalleşmesi, Amerikan dünya sistemine intibak etmesi öte taraftan toplum içindeki sınıfların kendilerini dönüştürme, entegrasyon kavgalarıyla liberalleşmenin doğurduğu sorunlar karşısında sendikalaşma gibi alternatifler bütünüyle bu toprakların köklerinden tevarüs eden referanslarla aktarılmaya, açıklanmaya, aşılmaya çalışılır. Diyet’te sendikalaşma çabaları esnasında Marksist proleter öncülükten, sınıf kavgasından, materyalist itkilerden çok yine toplumun geleneksel kodlarındaki dayanışma, imece ile İslami referansların kullanılması “yerli ve milli” bakışın üçlemeye egemenliğinden ileri gelir. Filmlerde, kapitalizme geçilse bile toplumdaki “feodal” bakışın mahiyet ve form değiştirerek devam ettiğinin yerilerek anlatımı ülke ve toplum gerçekliğinin hem sade bir sunumu hem eleştirisiyle beraber yürütülür. 

Akad Üçlemesi aslına bakılırsa millet yapımızın yeni karşısında çok da “bağnaz” olmadığı kanaatini alttan alta yerleştirir. Gelin filmindeki Hacıbabanın, doğal hukuktaki hayatta kalma kavgasını köyünden şehre taşırken liberalizmi net biçimde kavramış ve yerine getirmiş olması Düğün’deki abiler, Diyet’teki bilhassa kadınların dönüşümcü vasfı üzerinden yürütülür.


Kurban Vermeden Modernleşilmez!

Her üç filmde de kadınların toplumda bir taraftan baskılanırken bir taraftan “özne” konumunda bulunduğunun açıkça ve tamamıyla gerçekçi, hakiki biçimde ortaya konması yapımların Türkiye gerçekliğiyle içiçe geçtiğinin göstergelerindendir. Tabi bu durum liberalizmin biraz da kadın karakterini gösterir… Abdülhamit döneminden itibaren kadınların çalışma hayatında ve eğitimde yer bulmaya başlaması, moda, tüketim ürünleriyle gelişen kültür Meşrûtiyet İslamcılarının kadın üzerine menfi risaleler yazmalarıyla gelişmiştir. Cumhuriyetin kadın eksenli inkılapları, Vurun Kahpeye gibi filmlerde kadının toplumda eğitim, çalışma ve görünürlük bakımından modernleşmesinin geleneksellikle kavgası Akad Üçlemesi’nde de sürer. 

Nihayetinde kazananlar hep kadınlar yani zamanın ruhu, modern olandır; bir farkla… filmlerde gösterildiği gibi her zafer bedeliyle hatta kurban vererek gelir. Gelin’deki kadın, kocasını ailesinden koparıp kendine ait ev açar, bağımsızlığını ilan eder, çalışma hayatına girerken oğlunu kurban vermiştir. Düğün’de kızlar bedel öderken Diyet’te bir kol mücadele uğruna feda edilmiştir. Türkiye’nin modernleşme serüveni Lale Devri’nden itibaren hep bu bedeller ve kurbanlar üzerinden yürür. Geleneksel odaklar sanayiyi, moderni, çağdaş enstrümanları İmparatorluğa sokmamak, kendi iktidarlarını devam ettirmek adına fabrikaları kapattırmış, isyanlar çıkartmıştır. 2. Mahmut Yeniçeri Ocağı’nı Yunan’ın bağımsızlığını göze alarak kaldırırken Türkiye’nin çağdaşlaşarak kurtulacağı fikri Tanzimat’ta “gavura gavur denmeyecek” deyimi üzerinden yürümüş, nice tasfiyelerle 1970’lere kadar gelmiştir. Türkiye’nin İslam ile İstiklal Harbi vermesine rağmen zaferin kalıcı kılınması uğruna inkılapların yapılması yine kurban-diyet temelinde gelenekselliğin tasfiyesinin ürünüdür. 

Demokrat Parti ve Menderes’in eşraf-burjuva karakteri, sosyalistlerin DP’ye sınıfsal ve ideolojik karşıtlıkları, 27 Mayıs darbesi bu temel üzerinde şekillenmiş, “küçük Amerika” ve görece liberalleşme “üç kurban” vererek bir bakıma kökleşmiştir de… Akad Üçlemesi tam da 70’lerde siyasi İslam’ın yeni bir eşraf hareketi ile beraber geliştiği, sol hareketlerin sendikal mücadeleyle kendini gösterdiği, Doğu-Güneydoğu toplumsal tabakalaşmasının siyasileşmesinin eleştirel yaklaşım ve modernleşmeyle aşılacağı argümanlarının ortaya atıldığı bir evrede çekilmiştir. Bu bakımdan Türkiye’nin iktisadi ve siyasi düzeni kadar cari siyasal alanına hatta gelecekteki durumuna belirlemelerle ciddi katkılar sunmuştur. Üçleme’de eko-politik tarihsel kökleriyle verilirken mesela demokrasi, laiklik, aydınlanma, ilericilik, gericilik gibi sloganlar, yönelimler yer bulmamış, devlet değil toplum merkezli bakış açısından sapılmamıştır.

Akad Üçlemesi bu yönüyle müthiş bir siyasallık arz ederken dönemin Batılılaşma, modernleşme, Türkiye’nin Düzeni, devlet kapitalizmi ve devlet sosyalizmi, öncü güç, yerli ve milli sol, kerim devlet, ATÜT gibi temellendirme girişimlerinden süzülerek inşa edilmiştir. Bu bakımdan üçlemeyi biraz da Doğan Avcıoğlu, İdris Küçükömer, Sencer Divitçioğlu, Kemal Tahir, İsmail Cem gibi isimlerin kitapları hassaten Ali Gevgilili’nin Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sosyal Sınıflar eseri üzerinden okumak gerekir. Türkiye’de ne sosyalistlerin ne öteki ideolojilerin anladığı gibi sınıfların bulunmadığı, devlet mekanizması ile millet gerçeğinin hangi alanlarda birleştiği, toplumun kendi içinde nasıl ve hangi hallerde çeliştiği, batılılaşma macerası ile kamu ve insan gerçekliğimizin çarpıştığı-örtüştüğü yerler üçlemeden takip edilebilir.

 

Üçleme’deki Türkiye

Lütfi Akad’ın Üçlemesi çok çeşitli mekanlar, şahıs kadrosu, ilişki biçimleri, iktisadi faaliyetler üzerinden işlenir.

Her üç filmde de mekan İstanbul’un varoşları, gecekondularıdır; Gelin’de etrafı kapalı bahçeli bir ev bulunur, ev ahalisi burada tenekelere turşu basarak satarken, Düğün’de mekan yine içinde tandır bulunan kapalı bahçeli gecekondudur. Tandırda ekmekle beraber  seyyar satıcılık yapan ağabeyler için lahmacun hazırlanır, bahçeli ev aynı zamanda üretim sahasıdır. Diyet’teki gecekondu bölgesi ise diğerleri gibi “sıcak mahalle ortamı”ndan çok işçi banliyöleri havasındadır. Mekan üzerinden ütopya ve liberalleşmeyi Gelin’in Hacıbabası’nın sözleriyle okuyabiliriz. Oturdukları mahallenin “ufku”ndaki yüksek katlı apartmanları gösteren Hacıbaba, mahallesini ve bakkalını büyüme ve gelişmeleri için yeterli görmez ancak semt değiştirirlerse yani o apartman bölgesine geçerlerse İstanbul’daki Yozgat’tan kurtulacaklardır: “İstanbul ora, burası Anadolu.” 

Mekan, kökler, aidiyet konularında Üçleme hakikaten çok klas sonuçlar içerir. 

Kente gelenler, bir düzen kuranlar bırakın geri dönmeyi, eski hayatlarını anmak bile istemezler, yeni iktisadi düzen ne derece zorlu bile olsa artık “yeni insan” inşa ediverir. Gelin’dekiler Yozgat’la işim kalmadı, derken, Düğün’dekiler hayatın zorlukları karşısında yorgun düşüp bir an Urfa’ya dönmeyi düşünse de, “İstanbul toprağında bize yer mi yok” sözleriyle yenilgiyi reddederler. Diyet’teki yaşam öteki filmlerden daha zor olduğundan hele balon satan ihtiyar için onur, gurur yerlere indiğinden köklerine dönme fikri daha çok parlar. “Ağacı kökünden koparttık, köksüz de durur zannettik” hayıflanmalarına çamaşır yıkayarak geçim yapan kadın “kök salan salıyor” diye karşılık verir. Eninde sonunda sabreden bir şekilde şehirde yeni hayata intibak sağlıyor. 

Üçlemede Akad bu yeni yaşamı bazı imge ve simgelerle anlatır, mesela para saymayla… Gelin’de Hacıbaba’nın işi gücü evde, bakkalda sürekli para sayıp hesap yapmaktır. Düğün’de abi bahçede para sayarken Diyet’te haftalıklar dağıtılınca sayma gerçekleştirilir. Ama en dikkat çekici olan, sınıfsallıkla paraların menşei arasındaki bağlantıda… Düğün’de feodal ilişki nisbetinde kız kardeşin adeta “satılması” para getirirken Diyet’te işçinin alınteridir artık para… Gelin’de de dindar eşraf parayı bakkaldan kazanır. Süreçte geleneksellikle dindarlık da bu para kazanmaya eşlik eder. 

Üçleme’nin en önemli özelliklerinden biri ortamına göre meşrulaştırmaların dini kıssalarla sağlanmasındadır. Gelin’de İstanbul’da kalmanın, para biriktirip daha büyük bir dükkan açmanın bedeli yani kurbanı hasta çocuk ile karşılanır, vaziyet Hz. İbrahim kıssası anlatımları ve andırmalarıyla uygulamalı şekilde gösterilir. Gerçekten bayram nedeniyle kurban edilecek koç bu hengamede çocuğun hastalığı nedeniyle özgür kalır, onun yerine Gelin’in oğlu sırf para gitmesin, yeni açılacak dükkanın borcu bitsin diye hayatını kaybederek kurban olur. Gelin’in “kurbanın mübarek olsun Hacı” sözleri, yaranın sinematografik estetizasyonlardan biridir.

Düğün’de kızkardeşlerini istemedikleri halde evlendiren ağabeylere Yusuf kıssası düşerken Diyet’te sendikalaşmanın meşruiyeti için “iki birden, üç ikiden, dört üçten hayırlıdır, cemaatte birleşin” hadisi anlatılır. Dini imgeler bağlamında kadercilik, zalimin yaptıklarına boyun eğme de yine “takdiri ilahi” sözüyle vurgulanır. Gelin’de çocuğun vefatı, Düğün’de hapse girme, Diyet’te kolun kopuşu hep kötü olayların müsebbibi olanlarca “takdiri ilahi” sözüyle geçiştirilir, haliyle Akad Üçleme ile sıkı bir geleneksel-dini kadercilik, egemen-zalim eleştirisi de yapar. 

“İnsan denizi” kavramı üç filmde de şehri tanımlamak için kullanılır. Akad’ın Üçlemesi’ndeki insanların hemen hiçbirisi mutlak yada bütünüyle kötü değildir. İşbirlikçi usta başı, paragöz fabrika sahibi, sürekli para sayan Hacıbaba, kardeşlerini satan ağabey, birbirleriyle bıçaklı kavga eden seyyar satıcılar… özünde hiçbirisi kötü değildir, onları bu hale getiren kazanmak, tutunmak, hayatta kalmak mecburiyetleridir. Menfaatlerin doğurduğu kötülük nihayetinde Üçleme’de can yaksa da naifliğini koruyarak anlatılır. Burada Akad kopan kol, ölen çocuk, hapse giren kardeş gibi marjinal hadiseleri soft biçimde, en az şiddetle aktarırken insanların iyiliklerini kullanan, onları kendi çıkarları için kötü hale getiren sisteme ciddi bir ithamda bulunur. 

İnsanları kötüleştiren bu gaddar düzendir!

 

Gelenek mi, Dinin Kendisi mi?

Lütfi Akad Gelin-Düğün-Diyet’te dini-geleneksel dili fazlasıyla kullanır. Klasik bir Cumhuriyet kuşağı mensubu olan Akad cahille, zalimle dini birleştirir. Her üç filmde de zalimler, kötüler yaptıkları fenalıkları dini argümanlarla meşrulaştırırken mazlumlar da dine, duaya, Allah’a sığınır, en büyük reçeteleri de kadere rızadır. 

Diyet’te işçiler aydınken, kapitalist patron ağzında Allah’ı eksik  etmeyen biridir. Geleneksel-dini hurafeler en çok Gelin’de yer bulur. Kalbi hasta olan çocuğun ölmesinin nedeni, klasik Kemalist bakış açısında, kültür formlarında çokça görüleceği, propaganda edildiği gibi  cehaletin nedeni olan hastalıklara muska yazma, okuyup üfleme, kurşun dökmedir. Aslında Akad’ın dikkatli gözleminde dini simgeler “cahil halkta” bile araçtır. Hacıbaba rahatsızlığı için merhem kullanır yani iş kendine geldiğinde bilimin, tıbbın nimetlerinden  faydalanırken torununa okuyup üfletmeyi revâ görür. Bu esasında Anadolu’daki insan gerçekliğinin, köylü-şark kurnazlığının bir başka görünümüdür. Dine, geleneksel değerlere sığınma aynı zamanda kendi yapıp ettiklerini, sömürüsünü, haksızlığını örtme,  eylemlerini “tartışmasız” kılma çabasının neticesidir. 

Hacı yeri geldiğinde bakkalda şarap da satar… fakat Akad filmlerinde din öteki Kemalist yapımlardaki gibi bütünüyle kötü, menfi, yanlış gösterilmez. Kadınların cemaatle namaz kılması, büyüklerin köşelerinde sessizce tespih çekmeleri, iftarı bekleme, oruç açma, bayram namazı ve çıkışı Türkiye’deki din gerçeğinin hayatın merkezindeki rolüne, toplumu ve aileyi öne çeken birleştirici vasfına, manevi derinliğine de işarettir. Belki çok geniş kesim dinin emir ve yasaklarını özellikle iş hayatında olabildiğince uygulasa da kamusal görünürlükte, siyasal alanda ve bu tür filmlerde dindar kimliklerin inançlarının gereğini iş hayatlarına yansıtmadıkları, sahtekarlık yaptıkları, gizli-açık tefecilikleri, günahı düşünmedikleri gibi kanaat oluşturulur. Bu açıdan din genellikle manevi hassalarıyla, Türkiye’nin laik karakteriyle toplumun dini algı ve yaşantısının eşgüdümlü yürüdüğü fikrine açılacak tarzda yansır filmlere. 

Akad Üçlemesi Türkiye’de kadın gerçeğini, feminizmi en sade biçimde anlatan eserlerin başında gelir. Geleneksel ile modern kadın, fonksiyonuyla olduğu kadar yeni üretim ilişkilerindeki etkisiyle de kendini gösterir. 

Kadın Türkiye’de filmlere yansıdığı gibi gerçekte de fedanın ve fedakarlığın mücessem halidir. Düğün’deki abla, anne ve babası olmayan ailenin adeta ruhu, başı, imamesi gibidir. Aile “bozulmadan”, çökmeden devam etsin diye kendini feda etmiş, evliliğini bile ertelemiştir. Kızkardeşlerinin geleceklerini düşündüğü, kendini öne attığı, bu uğurda yaralandığı kadar ailenin ekonomik faaliyetlerini de yürüten konumdadır. Üçlemenin tüm filmlerinde kadınlar çalışır, kimi tandır başında kimi fabrikada kimi turşu kurarak… satılan, ezilen, horlanan, terk edilen kadınlar Üçleme’de aynı zamanda devrimci ve otoriteye başkaldıracak boyutta isyankârdır. 

“Kocaya göz süzmek de neyin nesi”, “kadın kısmı evde gerek”, “yerim dizinin dibi” zihniyetinin içinde her tür otoriteye, ezene başkaldıran kadınlarla karşılaşırız yapımlarda. Gelin’deki kadın kaynanaya, ataerkil ve birkaç eltiyle birlikte yaşanan geniş aileye, kendi kocasının kayınları tarafından sömürülmesine, oğlunu öldüren zihniyete isyan edip başkaldırır, kocasını da yanına çekerek alternatif bir hayata geçiş yapar. Benzer tablo öteki filmlerde de işlenir. Belki günümüzün neoliberal Türkiyesi’nde azalsa da aile kolektivizmin, yardımlaşmanın, dayanışmanın çekirdeğidir. Doğal hayattaki acımasızlık geleneksel ailede de yok değil; Anadolu’da hemen her hanede örneğine rastlanacağı gibi yükün bir kişinin üzerine binmesi, ailenin devamı, diğer fertlerin selameti için içlerinden birinin feda edilmesi her üç filmde de belirgin şekilde işlenir. 

Tikelden tümele gidiş, bir aile ferdinden kolektivizme ulaşma Türkiye’deki aile gerçeğinin, Akad Üçlemesi’nin temel tezlerindendir.

 

Liberal Türkiye’nin Görünümü

Lütfü Akad’ın üç filmdeki başarısı yalnız Türkiye gerçekliğini temel sütunlarıyla vermenin ötesinde kapitalizmin genel kaideleriyle Anadolu insanının çelişkilerinin ve hasletlerinin örtüşmesini son derece dikkatli ve doğru şekilde iletebilmesinde. Bu bakımdan Üçleme bir döneme sıkıştıralamayacak kadar çok yönlü… filmlerdeki temalar, tipler, meseleler, açmazlar bugün bile gündemimizde. 

Kapitalizmle, moderniteyle doku uyuşmazlığımızın bulunduğu yerler kadar birleştiği kısımlar da var. Bu bakımdan Üçleme dindarların ve dinin kentlileştiği, kapitalist kültürün yerleştiği, farklı ideolojik arayışların arasında insanımızın kendine uygun olanı tercihe çalıştığı, eşraftan işçiye, kadınların konumundan geleneksel yapının çözülmesine kadar farklı kesim ve sınıfların karakteristiklerini sergilediği zemini layıkıyla anlatıyor. 

Geleneksel çevrelerin cahil, eşrafın uyanık-dindar-pragmatist, işçilerin aydın-kanaatkâr-şuurlu ele alındığı Akad Üçlemesi’nde tüm kentli bireyler yeni eko-politiğin dilini çözmüş, mantığını kavramış, kendini intibak ettirme kaygısındadır. 

Diyet’te köyünde özgürken kentte balonculuk yapmaya başlayan ihtiyarın balonu bedava vermesi, kadının “bir kat olsun benim olsun” kanaatkârlığına karşın “yükseğe bakmaktan zarar gelmez, yetinmeyeceksin” fikrinde olanlar çoğunluktadır. Düğün’de parası olanın iyi algılandığının tasvir edilmesi, simitçi ile köfteci arasındaki “tekelleşme kavgası”, para için kardeşini feda etme, başkaları için yaşama-ma, kimseye diş geçiremeyince ailesini artı değere dönüştürme kapitalizmle feodalizmin benzer yönlerinin birleştiğinin emaresidir; tabi “bilekle, alınteriyle tüccar mı olunur” mottosu da, şehirde yırtmak isteyenler için belirleyici bir tavsiyeye dönüşür adeta. 

Liberal Türkiye’nin yeni kültürüne en iyi uyum sağlayanların dindar eşraf olduğunu keskin örneklerle belirler Gelin. Gecekondu mahallesiyle apartmanlar arasındaki farkı bakkal-market ve içindeki ürünlerle anlatan Akad, bir tarafta bulgur-turşu öte yanda sosis-salam karşıtlıklarıyla, “burada gramla orada kiloyla” gibi cümlelerle kentlerin sınıfsal ayrışmasını  ifade eder. Hacıbaba’nın girişimciliği, riski göze alması, Protestan ahlakıyla çalışma ve biriktirmesi, kazanmak için kendi torununu bile ezip geçmesi, “para dediğin işte yatmalı”, “ticaret başka, rençberlik gibi değil”, “borç yiğidin kamçısı, yürü ya kulum” ifadeleriyle anlatılır. Hacının bakkaldaki alışveriş esnasında “bismillah” derken arkadaki içki şişeleri toplumun muhafazakar kimliğini de vurgular. “Para bir avuçtan ötekine akmalı” ilkesi artık Türk milletinin hayatının merkezine yerleşmiştir. Son aylardaki döviz artışı ve ani düşüşüyle büyük zararlara giren “sıradan Anadolu” insanının “paradan para kazanma” çabasının, ekonominin, kapitalist dünya sisteminin temel ilkelerinin toplumun genetiğine yerleştiğini tecrübe ederken, bunun tarihi ve toplumsal köklerini Akad Üçlemesi’nden takip edebiliriz.

Umran Dergisi, Ocak 2020, Sayı: 329.

Ercan Yıldırım
Ercan Yıldırım
Ercan Yıldırım 1977 Ankara - Kızılcahamam doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladı. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Coğrafya Bölümü mezunu. Bir süre gazetecilik yaptı. Yazıları başta Dergâh, İtibar, Umran ve Cins olmak üzere çeşitli dergilerde, Yeni Şafak ve Star Gazetesi Açık Görüş’te yayımlandı. Çağdaş Türk ve İslam Düşüncesi, İslamcılık, Türk Siyasi Hayatı, İdeolojiler üzerine çalışmalarına devam ediyor. Eserleri: Modern Türkün Hikâyesi (Elips Yayınları - 2011) Edebiyatta Türkün Düşüncesi (Elips Yayınları - 2012) Türk Düşüncesinde İslam (Hece Yayınları - 2013) Anadolu'da İslam Ruhu (Dergâh Yayınları - 2014) Zamanın Ruhuna Karşı (Profil Yayınları - 2014) Neoliberal İslamcılık (Pınar Yayınları – 2016; Türkiye Yazarlar Birliği 2016 Fikir Ödülü) İslamcılığın İki Kurucusu (Pınar Yayınları – 2016) Cendere-Gezi’den 16 Nisan’a, Düşünceden Siyasete (Pınar Yayınları – 2017) Kültür Cephesinden Kültür Savaşlarına Türkiye’nin Yeni Kültürü (Pınar Yayınları – 2018; Eskader 2018 Düşünce Ödülü) Yayıma Hazırlama: Şairin Devriye Nöbeti Serisi (İsmet Özel’in gazete yazıları / 12 kitap)

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz.

Popüler Yazılar

Son Yorumlar