Röportaj: Semiha Kavak

 “Dünya Sisteminin Doğası Değiştikçe Aynı Kalan” isimli okuyucuyla buluşmuş olan son kitabınızın önsözünde “Bu kitaptaki çabam Allah’a, doğaya, İslam’a, safiyete, fıtrata, insana savaş açan bu sistemi tanımak, bir hassasiyeti büyütmek, Müslümanlara ve insanlığa “tepenin arkasındaki”ni gösteren nebevî ikazı yeniden hatırlatmaktır.” diyorsunuz. Öncelikle şunu sormak istiyorum; Müslümanların bu dünya sistemiyle uzlaşması neden mümkün değil?

Müslümanların kapitalist dünya sistemiyle uzlaşması imkansız değil tam tersine ben Müslümanların uzlaşma değil sistemi sahiplenmeye çalıştığını, rehabilite etme teklifinde bulunduğunu iddia ediyorum. Müslümanlar değil İslam dünya sistemiyle uzlaşmaz! Ontolojik bir karşıtlık sözkonusu çünkü. Müslümanlar sisteme entegre olmak için her yolu deniyor ama İslam ve Anadolu’da kurduğumuz nizam bilkuvve karakteriyle sistemin karşısında bir alternatif olmayı sürdürüyor. Müslümanlar sisteme entegrasyon için can atıyor ama İslam ve bilkuvve Türk kimliği direniyor. Bakın Doğu Akdeniz meselesi başta gelmek üzere İslam ülkeleri Batı’ya kayıtsız şartsız entegre oldular, Batı merkezlilik karşısında bırakın alternatif kurmayı, bir sözleri, bir eylemleri bile kalmadı.

 

“Post-korona sürecinde ya büyük finans baskılanacak ya ulus devletlerin acziyeti artacak” diyorsunuz. Bu alternatiflerden herhangi biri öne çıktığında  nasıl bir tabloyla karşı karşıya kalacağız?

Tabi bu kitap salgının en kesif döneminde yayımlandı. Salgın bir şekilde ulus devletleri öne çıkardı, en özgürlükçü, radikal demokrasi taraflısı ülkelerde bile salgına karşı devletin gücünü göstermesi, istisnayı işletmesi, yasakları uygulayabilmesi için halktan talepler geldi. Fakat iktisadi manada devletler değil küresel şirketler hala avantajlıydı, tedarik sorununu çözebilecek, üretim kanallarını işletebilecek güç onlarda ve Çin’deydi. Nihayetinde 2020 yılı değerlendirmelerine bakınca görüyoruz ki dünyanın sayılı şirketi, burjuvazisi yaklaşık 2 trilyon dolar kar yapmış. Pek çok sektör, şirket batar, istihdam çöker, büyüme oranları eksiyi görünken çok uluslu şirketler karlarını artırmış. Bu tablo artık netleşti. Bırakın orta ölçekli devletleri, ABD, Avrupa, Japonya gibi merkez ülkeler çok büyük gerilemeler yaşadı, bir tek Çin hariç! Bu sürdürülebilir bir durum değil.

 

Çin’in ağırlığı artar mı bu süreçte?

Elbette. Çin, salgın tüm dünyaya yayılana kadar adeta bu illeti sakladı, eksik ve yanlış bilgiler verdi. Tabi Çin uzun zamandır “dünya sistemine el koymak” için fırsat arıyordu. 2008 krizi kapitalizmin merkez ülkelerini adeta ezdi geçti, çöken şirketlerin yükü halklara yüklenince suni düşman üretmeye çalıştılar, İslam-göçmen-yabancı düşmanlığı da fakirleşmekten, iflaslardan, işsizlikten kaynaklanan rahatsızlığı kapatamadı. Trump Ticaret Savaşları ile Çin’i dengeleme yoluna gitti aslına bakılırsa başarılı da olacakken salgın tüm hesapları alt üst etti. Şimdi Çin, Sinosentrik-Çin merkezli bir sistem kurmanın peşinde. AB’nin zayıflığı, ABD’nin İmparatorluk vasfını 11 Eylül öncesi gibi kullanamaması Çin’i heveslendiriyor. Orta ölçekli, bağımlı devletlerle ilişkilerini artırıp, yeni ticari organizasyonlar, oligopoller inşa edip, durumu kötü ülkelere yardım paketleri hazırlayıp etkinlik alanını küresel boyuta getirmek istiyor. Doğu ve Çin imparatorluk mirasını, devlet organizasyonunu, çapul ekonomi yöntemini küresel dünyaya uyarlamaya hazırlanıyor.

 

Türkiye, sizce yeni dünya düzeninden nasıl etkilenir, kendine nerede yer bulabilir?

Bu süreçte geleceği teminat adına atılması gereken adımlar neler?

Küresel dünyada kimse kendi hayatını yaşayamaz, yaşayamıyor da zaten. Müthiş bir etkileşim var, ister istemez başka’sının çizdiği çerçevelerin içine de dahil oluyorsunuz. ABD, Avrupa, çok uluslu şirketler, Rusya-Çin çok kutuplu dünyanın temel aktörleri… buna Türkiye gibi kadim İmparatorluk mirasını ve bilkuvve etki gücünü de ekleyebiliriz. Şartların zorlamasıyla Türkiye Transatlantik-Avrasya bloku arasında kalacak fakat Soğuk Savaş’ta olduğu gibi yekpare bir kampın içine girme zorunluluğu artık yok. Avrasya bloğu da cazip teklifler sunmuyor, bu ikisinin arasında teklif edilen 3. Yol fikrinin de muhtevası zayıf.

Biz Türkiye’yiz, İslam ülkeleri, Müslümanlar “öncü” bir güç beklentisinde… Kısıtlı ekonomik imkanlarına karşı Müslümanların Mekke’den sonra hassaten siyasi merkezlerinin başında Türkiye geliyor. Bu misyonu, Türkiye Merkezli bakış açısını güçlendirmemiz gerekiyor. Bu da 21. yy. varlık anlayışını kavrayıp ona göre adım atmaktan geçiyor. Teknoloji geliştirme, köklerimizden devşireceğimiz ilkeler doğrultusunda iktisadi güç olma, pratik aklın eyleme dönük yüzünü kuvvetlendirme, güçlü bir epistemolojik birikim, gen teknolojisinden yapay zekaya kadar varlığı oluşa getiren hikmeti keşfetme ve üretime katkı, insanlığın anlam krizini çözecek “cevapları” bulabilme, güçlü bir düşünme etkinliğine gitme, antagonistik yönelimleri özellikle İslam aleminde toparlayabilme, ümmete müşterek kader, müşterek düşünme ve müşterek gelecek fikrini yerleştirebilmemiz gerekir. İşimiz çok ama Türkiye olarak başka işimiz ve varoluş gerekçemiz de yok!

 

Kitabınızda “Bu saatten sonra virüslerin küresel tehdit olmasının önüne geçemeyiz; tekno-medeniyetin günahları kendini küresel salgın düzeniyle gösterecek” diyorsunuz. Bu bir kıyamet senaryosu değil mi? Oysa daha önce de öldürücü virüsler oldu ve bunların sonu geldi. Sizi bu sonuca iten ana düşünce ne?

Sizce, bundan sonra dünya neler yaşayacak?

Kıyametçiliğe külliyen karşıyım; kültleri ortaya çıkaran mesiyanik tutumlar, kıyametçilik insanlığa ve biz Müslümanlara çok zarar verdi. Her yüzyıl bir adlandırmayla anılır, Devrimler yüzyılı, İdeolojiler asrı gibi… anlaşılan o ki 21. yy. salgın, dijital-tekno kültür, anlamsızlık gibi kelimelerle anılacak. Salgın dünya tarihinin bir gerçeği fakat günümüz salgınının özelliği zamanın ruhuna bağlı olarak çok sık mutasyona uğra[tıl]ması… Nasıl sanayi-teknoloji 3.0, 4.0, 5.0 versiyonları varsa virüsler de sürekli güncellenerek hayatımızın bir parçası belki de en büyük etkeni olacak… “Bizimle beraber yaşayan tehdit” vasfıyla varoluşumuza içkinleşeceğinden hassasiyetleri, hissiyatları, kaygıları, umut ve sevinçleriyle çağımıza özgü yeni bir insanı haber veriyor. Şurası bir gerçek ki ürkek, tedirgin, çekingen bir insan gerçekliği doğuyor!

 

 “Türkiye’deki sekülerleşmenin boyutları korona salgınında çok daha görünür hâle geldi. “Allah’ın takdiri ve kaderi” anlayışının geri plana itildiği salgında, pozitif bilim, rasyonel tutum, hümanist erk öne çıktı.” diyorsunuz. Koronavirüs ortaya çıktığı andan itibaren bilhassa siyasi liderler ve birçok düşünür “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” dediler. Buradan yola çıkarak yapılan yorumlarda toplumlar üzerinde dinin etkisinin azalacağı, bilimin dinin yerine geçeceği yönünde, sizin cümlenize benzer değerlendirmeler oldu. Oysa, ölümcül salgınlar, hastalıklar dine daha çok bağlanmaya yol açar diye inanılır. Bu çelişki neyle izah edilebilir? Bundan sonra din toplum içinde nasıl şekillenecek?

Belki de temel sorun bu… insanların hayatlarını, dünyayı, varoluşu anlamlandırmalarında problem var. Hayatın anlamı olmaz ona anlamı referansları ve değerleri çerçevesinde insan verir. Günümüzde insan kendini de, dünyayı da bir yere koyamıyor varoluşunu manalandıramıyor. Bilim ve teknolojinin görece gelişmediği  dönemlerde hastalıklara, belalara hatta savaşlara gerekçe aramak kolaydı, Allah’ın takdiri ya da cezası der, toplum ve bireyler kendini toparlar, tevbe eder yeni bir din yorumu, insani oluş gelirdi.

Pozitivizm, rasyonellik, bilim bizde artık Batılı manada da yer etmiş görünüyor; koronanın sebebini ve ondan korunma yollarını “bilim kurulu”nun tavsiyeleriyle araştırıyoruz. “Bize birşey olmaz” bu toplumun temelsiz özgüveninden geliyor, dini temeli bulunmuyor. Elbette duaları, niyazları insanımız ihmal etmiyor ama salgının “hikmeti” üzerine de düşünmüyor. Kapanmanın, korkunun, ölüme şah damarından yakın olmanın, güvenin, en sevdiğin insana bile yakınlaşamamanın hikmeti üzerine kafa yormuyor, en küçük “normalleşmede” eskiye dönüyor; açgözlülük, zalimlik, lüks ve tüketim arayışı gibi hasletlerden vazgeçmiyor. Halbuki afet, salgın, savaş gibi dönüştürücü hadiseler dine sarılırken yeni bir oluşa geçerek atlatılıyor.

Burada tabi biz Müslümanların dünyadaki anlam krizine karşı hiçbir sözlerinin olmaması “felaketin kendisi”ni oluşturuyor. Bunu da en başta sorduğunuz gibi Müslümanların salgını da ortaya çıkaran düzene intibak etmesinde aramak gerekir; alternatif bir ekonomi, alternatif bir gündelik yaşam, İslami düşünüş içinde olmayınca yürürlükteki anlam krizine siz de düşmüş oluyorsunuz. Ben dört başlıkta; ekonomi, hukuk, yönetim sistemi ve İslami gündelik kültürün idamesi hususunda kendi kaynaklarımızı referans alarak alternatif yaşam stili kurduğumuzda hem kendimizi hem dünyayı dönüştürebileceğimizi düşünüyorum.

 

Kapitalizm, her krizde kendini yeniledi. Günümüzde de küresel hale geldi. Bundan sonra tekrar kendini yenileyebilecek mi, bireysel özgürlükler, demokrasi, siyasal modeller sizce nasıl şekillenecek? Bu yeni düzen insanlığı nasıl bir dünyayla buluşturacak? Sizce geleceğin ideolojileri nasıl olacak?

Geleceğin ideolojilerini 19. ve 20. yy. ideolojileri gibi görmemek gerekir. Her konuda “yeni normaller” ortaya çıkacaktır. İnsanlar hayatiyetlerini sürdürmek için her şeye başvurabilirler; hayatta kalma sözkonusu olunca değerler, ilkeler, ahlak unutulur. Öncelikle belirtmeli ki içinde bulunduğumuz çağ salgın, dijital, yapay zeka gibi kavramlarla anılsa da aslen, varoluşun esasına uygun biçimde ekonominin etrafında şekillenecek.

Kapitalizm eşitsizlikleri, gelir farklılıklarını, ayrımcılıkları iyice körükledi, büyüttü; eskiden de eşit, adil bir dünyada yaşamıyorduk ama siyasal sistemler yükselen sesleri kısabiliyordu. Dünya sistemini belirleyen Avrupa aklı, eşitsizliklerin modern değerler bakımından da sürdürülemez boyuta gelmesinden endişe ediyor. Aşının, ülkesine hiç uğramadığı dünya nüfusunun beşte dördü gibi her tür imkana sahip gelişmiş ülkelerin insanları da bu düzenin sürdürülemez olacağının farkında; tabi egemenler de… Avrupa uygarlığı da bir beka kaygısının içine girdi, düzenin başkaları tarafından değil kendi kendini tüketmesinden endişe ediyorlar.

Dünya bu gidişle “mahşeri” bir ortama dönüşecek, rejimler daha otoriter, insanlar daha tatminsiz ve müsamahasız, devletler savaşmaya her zamankinden daha istekli olacak.

https://www.yenisafak.com/hayat/cagin-insani-daha-kaygili-3602475

Yeni Şafak Pazar Eki – 07.03.2021

Önceki İçerikİslamcılık Çalışmalarının Paltosu
Sonraki İçerikTürkiye’nin Yeni Kültürü
Ercan Yıldırım
Ercan Yıldırım 1977 Ankara - Kızılcahamam doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladı. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Coğrafya Bölümü mezunu. Bir süre gazetecilik yaptı. Yazıları başta Dergâh, İtibar, Umran ve Cins olmak üzere çeşitli dergilerde, Yeni Şafak ve Star Gazetesi Açık Görüş’te yayımlandı. Çağdaş Türk ve İslam Düşüncesi, İslamcılık, Türk Siyasi Hayatı, İdeolojiler üzerine çalışmalarına devam ediyor. Eserleri: Modern Türkün Hikâyesi (Elips Yayınları - 2011) Edebiyatta Türkün Düşüncesi (Elips Yayınları - 2012) Türk Düşüncesinde İslam (Hece Yayınları - 2013) Anadolu'da İslam Ruhu (Dergâh Yayınları - 2014) Zamanın Ruhuna Karşı (Profil Yayınları - 2014) Neoliberal İslamcılık (Pınar Yayınları – 2016; Türkiye Yazarlar Birliği 2016 Fikir Ödülü) İslamcılığın İki Kurucusu (Pınar Yayınları – 2016) Cendere-Gezi’den 16 Nisan’a, Düşünceden Siyasete (Pınar Yayınları – 2017) Kültür Cephesinden Kültür Savaşlarına Türkiye’nin Yeni Kültürü (Pınar Yayınları – 2018; Eskader 2018 Düşünce Ödülü) Yayıma Hazırlama: Şairin Devriye Nöbeti Serisi (İsmet Özel’in gazete yazıları / 12 kitap)

1 Yorum

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz.