Ahlat Ağacı’ndaki Türkiye


Türkiye’ye niçin meftunuz; Ahlat Ağacı’nın babası İdris gibi her şey kötüye giderken bile iyimserliğini hep koruduğu için, daima bir makul aradığından, gülümsemeyi bırakmadığı, batmayı da çıkmayı da beceremediği, sürekli çırpındığı için… Türkiye gibidir ahlat, kuraklıkta, bir dağ başında tek ve tenhada yaşayabildiği, iyi kötü meyve verebilir, o ahlat bilirsin ki hep oradadır, kesmezsen kaybolmaz, aradığında bulunur!

Kör bir kuyu kadar ümitvarız Türkiye’den… bir gün o kuyudan su çıkacak!

Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı Türkiye’nin sosyolojisini, toplum gerçeklerini gözettiği, aktüel ve kadim meselelerini anlattığı, bir felsefeye sahip olduğu, simgesel düzende var olmayı kahramanlık kültlerinin ihtişamlı yüceltmelerine inat sakin, gerçekçi, sükutu besleyen bir “hergünkülük” içinde anlattığı için gittikçe büyüyor.

Ahlat Ağacı iki farklı kanaldan akar, ilkin filmin karakterleri üzerinden insanların simgesel düzendeki, dünyadaki çıkmazları ile o döngüyü tamamlayan kader…

Üniversiteyi bitirdikten sonra hayata atılmak, iş bulmak, kitabını bastırmak gayesiyle “memleketine dönen” Sinan, simgesel düzende bir yarık açamayan baba İdris, dünyanın direği kadınlar… anne Asuman, kardeş Yasemin, eski sevgili Hatice… hepsi tanımlanmış ontik dünyada normalleşmeyle varlık gösterme arasında sıkışıp kalan karakterler.

Eski sevgili Hatice, belli ki taşra kalıplarından çıkmak istemiş; öyle delimsirek bir edayla oynatmış ki Nuri Bilge onu, sonunda zengin eşrafa mecbur edilmiş bir kayıp özne olduğuna ihtimal veremiyorsunuz. Çeşmeden doldurduğu bidonları taşırken itaatin verdiği ezikliği burkularak izlemek mümkün, varsıl eş olarak dünyadaki rolünü sahneleyip çoktan sahnenin dışına çıkmış. Kardeş Yasemin derslerine çalışsa bile o da Türkiye’deki, dünyadaki pek çok kadın gibi çizilen sınırların ötesini değil o çemberin içine girmeyi hedefliyor aslında, dizilere meftun, tanımlanmış ev içinde sıradanlaşmayı bekliyor.

Anne Asuman… O bir Türk annesi. “Çeken”, kaderine razı, feministlere bakılırsa yönetmen kötü örnek gösteriyor onu, öncü aktivist kadın düşüncesinin gerisinde. Tüm hatalarına rağmen kocasına toz kondurmuyor, okusun, sınavlarına girsin diye oğluna para sıkıştıran, evde çorba kaynasın diye dişinden tırnağından artıran, parası ödenmediği için kesilen elektrikten, kumar yüzünden giden evinden şikayeti olsa bile isyan etmeyen, boşanmayan, eski günleri hatırladıkça yine de İdris’le evleneceğini ikrar eden bir Türk kadını, pişman olsa bile bedelini ödemekte ısrarcı.

 

Türkiye Gerçeklerinin Sinematografisi

Nuri Bilge Ceylan’ın karakterleri Türkiye gerçekliğini tam manasıyla karşılıyor, memleketin insanlarına karşı ne zalim ne aşırı toleranslı ne gördüyse onu sinemasına taşıyor. Merhameti eksilmeyen bir gerçeklik bu toprakların değerlerini kıymaya engel oluyor.

Ahlat Ağacı’nda, kuyu, ahlat ağacı, intihar, baba, babaya dönüşme simgesel düzenin varlığını gösterirken Ceylan, Türkiye’nin hem aktüel hem kadim sorunları üzerine derin gözlemlerini aktarır. Bilhassa AK Parti döneminin Türkiyesi’ndeki genel geçer portreleri belirgin özellikleriyle yansıtır; belediye başkanı, müteahhit gibi. Buna din meselesini de eklemek mümkün, iki farklı imamın bulunduğu yer aslında ideolojilerin, statükonun, dini muhalefetin konumunu, geleneksel-modern hatta postküresel dönemi temsil eder.

İnsanların ekonomik yapıları, kültür ve fikir hayatımızın genel durumu taşranın panoraması Türkiye gerçekliğinin boyutları olarak akar filmde. “Atanamayan öğretmenlerin buluşma noktası: polislik” repliği Türkiye’de son yıllardaki eğitim meselesinin, üniversite mezunu gençlerin durumunu en iyi anlatan ifadelerden.

Buna piyangocu tiplemesini de ekleyebiliriz… Her sözünden bu ülkeye özgü garibanlık akan yaşlı adam asker oğluna göndereceği parayı nasıl zar zor toparladığını, “askere para gönderirken bankaların havale ücreti alıp almadığını” dünyanın en önemli hadisesi gibi araştırır… Yokluğun karelerinden bir diğeri de İdris’in benzin alamayacak kadar bozuk ekonomisini anlatırken kullandığı “yokuş aşağı kontak kapatarak gideriz” ibaresi, arayışları…

Simgesel düzenin işleyişi, şahısların hayatları, bir zemin olarak Türkiye’nin meseleleri birbirini anlatır, tamamlar. Nuri Bilge Ceylan’ı belki de bu toprakların yönetmeni yapan özelliklerin başında “tekinsiz tip”lere tevessül etmemesi gelir.

Marjinalden maceraya geçecek sinematografik atraksiyonlarla Türk toplumunun kıyısına düşecek anlayıştan uzak bir yönetmen Nuri Bilge… Türk insanının psikolojisini biliyor. Sinan’ın yazarla konuştuktan sonra köprünün üzerinde yürürken rast geldiği heykelin kırılan kolunu suya atma isteği, kendini tutamayacağını “bilen” tedirgin, kaygılı itki kadrajda çok net belli oluyor. Peki ya onu kovalayanlar… Sanata karşı yapılan saldırıya mı “kamuya ait” metaya mı sahip çıkıyoruz, bu ince ayar toplum kodlarımızı ele verdiği gibi konjonktüre, AK Parti iktidarına “kültür savaşları”na da bir atıf zira.

Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde sinematografik göstergeler zekaya da eşlik ediyor. Film boyunca babanın isyan etmesini bekleriz, niçin kendisinden nefret ettiklerini sert bir kavgayla anlatmasını, evden ayrılırken de yine görkemli tartışmaları… Öyle sessizce koyunlarını otlatmaya gitmiş bir adam ne sinemamızda ne gündeliğimizde mevcut değil.

Yine bekleriz ki oğlunu her aşamada destekleyen annenin kitabı ilk okuyan kişi olmasını… Kitabı sadece İdris okumuştur satır satır hem de oğluyla meseleleri tartışarak. Okula gelen Sinan’ın babasının öğretmen masasında çocukların gözü önünde kupon doldurduğunu düşünürüz, oğul da aynını düşünür. Halbuki izleyicilerin hepsi önyargılarının kurbanı olur! Sinan geleneksel imamın dedesinden aldığı çeyrek altını sekans boyunca isteyeceğini zannederiz, göndermeler olsa da hiçbir zaman zikretmez! Eski sevgilinin öpmesini de beklemeyiz, Sinan’ı ısırmasını da; hıncın kötülüğe açılmayan intikamındaki sinematografik keyfe takılırız sadece…

Film boyunca Bir Zamanlar Anadolu’daki, Üç Maymun’daki konuşma biçimlerine tesadüf ederiz, bunları Ercan Kesal’dan bilmiştim. Muhtarın büyük laflar edecek gibi durarak, boğazını temizleyerek konuşmaya başlamasını Kesal’a bağlamıştım, benzer davranışlar Ahlat Ağacı’nda da var… Sinan’ın “yanlış mıyım” tekrarları Kesal’dan değil miymiş? İlk bakışta Nuri Bilge’nin tesirleri gibi görülse de bu mimikler, sıradan insanların sıradanlıklarının sadeliği Kesal’ın Nuri Bilge Sineması’na bıraktığı izlerden…

Nuri Bilge sinemasında insanı yakalayan resimler var, yakın ve geniş planlara eşlik eden donuk yüzler! Haluk Bilginer gibi tirat atarak konuşan oyuncuya bile o varoluşun çatışmasını içte yaşatan mimiksiz suratları Ahlat Ağacı’na da taşır yönetmen. Eski sevgilinin yüzüne ve ağzının kenarına yapışan saçlar, rüzgarın uğultulu, sert ve naif esintileri, yaprakların çırpınmaları, karın dinginliği, çakalların ulumaları, beyaz örtü arasında kıvrılan yollar oluşun acımasız başlangıcını gösterir.

 

Türkiye’nin Üç Meselesi

Nuri Bilge Ahlat Ağacı’nda birbirini besleyen “üç mesele”yi tartışır, fikir ve kültür hayatı, kitaplar, siyaset, iş dünyası, burjuva, dini alan… AK Parti iktidarı bütün bu sahalarda belirleyici çünkü.

Belediye başkanı ve müteahhit üzerinden kültüre, gerçek hayata, sıradan insana yabancı, daha çok din ve milliyetçi söylemlerin birlikteliğinden oluşan bir siyasal alanın hareket sahasını daralttığı işlenir Ahlat Ağacı’nda. Sinan kitabını bastırmak için başkandan aradığı desteği bulamasa da “kültüre ilgisi” ansiklopedi barındırma düzeyinde olan müteahhitin söyledikleri bizdeki siyasetçi-burjuva donanımının mahiyetini anlatır. Zaten hikaye esnasındaki hezimet müteahhitte olduğu kadar belediye başkanının kültürden anlar diye ona yönlendirmesinde… kültürün yerini yurdunu bilmeyen iş, siyaset, bürokrasi var Türkiye’de.

Sinan’ın kendi memleketindeki insanların asgari yaşam koşullarını anlatırken müteahhitin onu susturma yöntemi bu topraklardaki slogan kültürünün göstergesi, bunu milli – yerli süreç eleştirisi gibi de okumak mümkün. Sinan garibanlara kaynak peşindeyken müteahhit Çanakkale Şehitliği derdindedir, “stk’ların şehitlik için yarıştığı” eleştirisini de müteahhit din, iman, şehitlik, bayrak, vatan söylemiyle bastırır. Çevreden gelen AK Parti kadroları da yine müteahhitin “piyasa acımasız, kendi tırnaklarımla geldim ben buraya” sözleriyle anlatılırken müteahhitlerin kültüre tercih edildiği vurgusu alt metinde sürekli işlenir.

Filmdeki bir başka değini Türkiye’nin aydın, kültür ve fikir hayatına yönelik. Sinan Çanakkale’ye indiği bir gün kitapçıda “yörenin Türkiye’ye mâl olmuş yazarı”yla karşılaşır. Ukaladır her yeni yazar adayı gibi Sinan… Hem usta yazarın kendisini tanımasını, elinden tutmasını, parlatmasını ister hem onu ve “yazı piyasası”nı küçümser, yok sayar; bakarsanız aslında o camiaya giremediği için hırslı ve hınçlıdır. Bunu usta yazar da fark eder, kendisine söyler de, Nuri Bilge film izlerken zihinlerde oluşan boşlukları, soruları, görünenin arkasındaki söylenmeyenleri alenileştirerek izleyiciye “açık bulma” keyfini yaşatmaz.

Yazar ile Sinan arasında geçen diyalogdaki mevzuların tamamı yazı dünyasının sorunlarından bir derleme aslında… başta Nuri Bilge Ceylan’ın taşra merkez takıntısının edebiyata intikal etmesi, aslolanın içerik mi anlatma biçimi mi olduğu, yazmak için ortamın oluşmasına karşın usta yazarın dediği “iyi yazar şikayet etmez oturur yazar” tavrı, hiçbir ideoloji ve inancın etkisinde kalmadan yazabilmek, öğretmen yazarlığa cepheden dalan bir sekans cabası… Sanatçının hep muhalif olup olamayacağı, yazarlığın normal bir işe benzemediği, yakınların “meze yapılması”, ihmal edilmesi münakaşanın konuları arasında. Bu toplumculuğa da evrilen hassasiyetlere de gider, Sinan usta yazara çok net sorar, “kendi gerçeğini göremeyen başkasının gerçeğini görebilir mi?” Evrensellik-yerellik-bireysellik tartışmasında pek çok kaygı, pek çok soru doğrudan NBC’nin aşamadığı meselelerdir aslında.

Günümüzün kültür anlayışını bilhassa sempozyum-panel tarzını da iyi tespit etmiş Nuri Bilge; pek çok programda yerini alanlar, kamusal alanı işgal edenler için “kültür kumkumaları” der. Sempozyuma katılmayıp sert mektup yazan bir yazarın kendini bu kumkumadan çekmesini eleştiren usta yazara Sinan cari kültür hayatında yeni bir yol açabilecek can alıcı soruyu da sorar: mutlak yalnızlık, kendini kenara çekmek umutlu bir başlangıç oluşturmaz mı? Sosyal medyanın, iletişimin bu kadar etkili kullanıldığı bir dönemde fikir hayatının  “fildişi kule”ye yerleşmesi teklifi, düşünülmeye değer!

Kim bilir belki de Limonata’daki futbolcu-antrenör-mahalle delikanlısı rolünü çok iyi oynayan Serkan Keskin’in usta yazar seçilmesi manidar bir mesaj içeriyordur!

Son tema Sinan’ın emekli imam dedesinin evinden çıkıp kahvede noktalanan, kimi zaman yakın çoğunlukla genel görüntülerle dinamik kılınan, tartışmanın genel mantığı içinde muhatabını açığa düşüren tez yahut aldığı cevabın şaşkınlığını gizlemeye çalışan yüz halleriyle örülü plan…

Bu toprakların ana unsuru olan din, din anlayışımız ve buna eklemlenen modernlik-gelenek tartışması… Aynı sınıf mezunu iki imam hatipli imamdan biri geleneksel öteki modern bakışa sahip. Sinan geleneksel imamın dedesini kullanmasının, aldığı “çeyrek altın”ı vermemesinin hırsıyla çıktığında karşılaşır imamlarla … “Başkasının ağacından elma aşırırlarken” yakalar onları…

Geleneksel olan tam manasıyla uyanık, anasının gözü bir köy imamı tipini yansıtır; köyün nimetlerinden yararlanan, başka köylerin ahalisiyle kaynaşan, networkü geniş bir portre, menfaati ön planda olduğu için geleneksel din anlayışını savunur, Kur’an, Sünnet, icma ve kıyasın dışındaki araçları yok sayar, aklı, yenilenmeyi reddeder. Daha modern, vicdanlı meslektaşının Kur’an’ın “düşünmüyor muyuz, akletmiyor muyuz” ikazlarını hatırlatmasına da kızar, ayetleri duymak istemez, “kendi fikirleri için Kur’an’dan örnek getirme” teziyle kestirip atarak İslam düşüncesindeki “Kur’an’ın merkeziliği” tartışmasına da iyi bir giriş yapar.

Geleneksel imam zaman zaman Sinan’ın dedesini bırakarak “işten kaytarır”, aldığı borcu ödemez, başkasının malına tasallut eder, dedikoducudur… Modern imam ise konuşmalarında aynen Onur Ünlü’nün İtirazım Var’ında da dillendirildiği gibi Ebu Zer’den, ahlaktan, eleştirel-akli düşünceden bahseder; Nuri Bilge iki farklı din düşüncesini ve elbet Türkiye’de modern imamın bakış açısının yalnızlığını gayet yerinde vurgularla, imam hatiplilerin edalarını, düşünme biçimlerini çok iyi vererek ele alır.

 

Kör Kuyu, Tekrarlanan Kader

Ahlat Ağacı’nın Türkiye portresi içinde kör kuyu, verimsiz ağaç metaforu etrafında dini düşüncenin, kültür-fikir hayatının, siyaset-iş dünyasının umut vermeyecek kısır tartışmalar, klasik kalıplar içinde kaldığını net gösterir. Bu belki de modernleşme tarihi boyunca oluşan statükonun tam da kendisini oluşturur; Nuri Bilge filmlerinin odağına yerleşen merkez-taşra, gelenek-modernlik, kabuğunu kırma temalarının hemen her kesimde tıkız bir muhafazakarlıkta donmasına atıf mahiyetinde.

Kültür, fikir hayatımız kendi özerk alanını koyultan yazarlar, aydınlar, dini hayatımız yine yerleşik paradigmaya dokunmaya cesaret edemeyen dini içine sindirememiş aktarıcılar, iş ve siyaset sahası sadece para kazanmaya yönelen taşralı gözü açıklar tarafından işgal edildiği için kör kuyudan umut sadece kazma darbelerinin iyi niyetinden ibaret kalıyor. Ayetlerle İslam tarihinin ihmal edilmiş sahabeleriyle yeni bir yol ve düşünme için argümanlar geliştiren modern imamı, geleneksel olanı klasik tezlerle, reformistlik suçlamasıyla anında bastırıyor. Aynen belediye başkanının, müteahhitin bakıma muhtaç, ekonomik zayıflık içindeki insanları işin, düşüncenin, edebiyatın konusu haline getirmesine kızmaları gibi… Şehitlik kavramını işlememesine sinirlenirler, Çanakkale gibi milli ve yerli simgeler din ve milliyetçilik bir açıdan örten, gerçekleri kaçıran, ranta yol veren mahiyettedir. Herkes tuttuğu yerdeki, çevirdiği bahçedeki ekeneğini korumanın derdindedir, kimse komşusunu ve esasında toprağı, vatanı umursadığı da yok. İnsanların var mı sanki; Nuri Bilge taşra gerçeğini bu dar düşünme biçimi üzerinden ele alır. Büyük anlatılara açılmayı bırak sıradana, “benim olsun küçük olsun”a ayarlanmış bir insan gerçekliğimiz var.

Soru şu filmde, bu düşünceyi hangi dinamikler besliyor, dini algımız mı, siyaset biçimimiz mi, insan gerçekliğimiz mi yoksa toprağın kendisi mi?

Ahlat Ağacı ve elbette Türkiye baba üzerinden gitse de anne tavrında donar. Baba güçlü bir imge olarak kurulur.

Nuri Bilge Murat Cemcir’den ortalama taşralı portresi çıkarmayı başarmış. Anadolu’da babalar çocuklarına karşı şefkatlerini, sevgilerini göstermezler, mesafe vardır her zaman. Enteresan olan baba, oğlunun kendisinden nefret ettiğini çok iyi bildiği hatta kitapta okuduğu halde hiçbir zaman çaktırmaz, “neyse” deyip geçiştirir. Belki de Nuri Bilge sinemasını sadeliğin görkemine ulaştıran klasik sinema anlayışında çokça kullanılan “hesaplaşma” temasını kullanmaması, izleyicinin gözüne sokmadan yapması.

Sinan eski sevgilisiyle, arkadaşlarıyla, yazar dünyasıyla, dini alanla, siyasetle… hesaplaşır ama bu tiratlar atarak değil “neyse” ile yapılır. İnsan ruhuna en dokunaklı ve ağır planlardan birisi Sinan’ın memurluk sınavına giderken babası ile yaşadıklarını anlatanı; geleceğini kurtarma derdindeki evladın yanında baba kupon doldurmanın hesaplarını yapar. Yalan söyleyerek oğlundan köfte parası isterken İdris’in kullandığı “koktu be!” dili çaresizliğin, en düşük insani seviyenin karşılığıdır.

Sinan film boyunca bir kere bile “baba” demedi! İnsan gerçekliğini kaçırmayan yönetmen Sinan’ın kitabını bastırmak için hırsızlık yapıp eski bir kitabı sahafa satmasını bu toprakların ortasına yerleştiriverir.

Ahlat Ağacı simgesel düzen içinde intiharı hep bir çıkış olarak yerleştirir, ağaçta uyuyan bebeğe saran karıncalar, yağlı urganın sallanması, belirsizlikler, karanlıklar, çıkış bulamayacak kadar içe dönük bir çöküş… Baba, oğlun babanın kaderini yaşaması simgesel düzenin, dünyanın çıkışsızlığını gösterir. Türkiye de aynı kaderi yaşar. Ahlat ağacının uyumsuzluğundan, kuyunun umut vermeyen susuzluğundan bir döngüyü yaşadığımız gerçeğine ulaşabiliriz.

Kim bilir belki de idealizmi öldüren bu dünyada dibi bulmanın verdiği tükenmişlik hissi, suyu bulma, umudu umut etme zorunluluğu yeni bir oluşa imkan sunabilir!