Necip Fazıl Adnan Menderes’i en çok CHP ile münasebeti nedeniyle eleştirir. Demokratların ellerine tarihi bir fırsat geçtiğini söyleyen Üstad, Menderes ve Demokratlardan CHP’yi bir daha çıkamamak üzere tarihin karanlığına gömmesini ister. Bu fırsatı DP yakalamıştır. CHP zihniyetinin Türkün ruh kökünü ve elbette İslam’ı yok etmeye yönelik olduğunu zikreden Necip Fazıl üst üste gelen başarılardan sonra manzarayı şöyle tasvir eder:
“Sezar’ın karşısında dövüşen Demokrat Parti isimli gladyatörün CHP markalı hasmını yere yıkıp ayağını göğsüne bastıktan sonra ne yapacağındaydı.”
Tek hamleyle hasmını yok edilebilecekken Menderes bu fırsatı değerlendirmeyip onu “hısım” yapmıştır:
“Halk Partisine şerefli bir muhalefet makamı hediye etti; ve ilk hamlesini zaman, yani ruh planında göstereceğine, eski ruhu aynen yerinde bırakacak mekan yani, madde planında harekete geçti. Neticede ne oldu? Memleketi baştanbaşa saran yollar, sınai tesisleri ve bin yılda başarılmaz imar zaferlerine rağmen çizdiği zaviye üzerinde büsbütün dikine terakki etti; ve bu yüzden doğan bütün idealsizlikleri, kötülükleri ve ıstırapları Halk Partisi, tamamen kendi eseri olduğu halde, Demokrat Partiye maletmeyi bildi.”
CHP’nin muhalefetteyken Menderes ve DP için yaptığı “itibarsızlaştırma” bir benzeriyle bugün de vuku buluyor hatta hulûl ediyor, reenkarne oluyor. Türk tarihinin gördüğü en büyük yıkımları gerçekleştiren bir ideoloji ve onun failleri her dönemde Türkiye’yi kendi seviyelerine çekmeyi başardıkları gibi yeni bir sentezle hatta rehabilitasyonla güncellenerek ve güçlenerek tarihe çıkmayı başarıyor.
22 yıllık AK Parti iktidarında halkı yanına çekebilecek ne bir söylem ne bir karizma ortaya koyabilen CHP ve Kemalizm merkez-çevre modelini yine işleterek, iktidar yorgunluğunun kendini muhalefete atmasını fırsat bilerek küresel kültür ve Türkiye’deki distribütörleri aracılığıyla Kemalist değerleri ideal, örnek, vazgeçilmez kılmayı başardığı gibi şimdilerde siyasal alanda “anahtar” pozisyonunu da oynamaya hazırlanıyor.
Bu manzaranın şekillenmesinde CHP’nin hiç bir başarı yok.
Devletin kurucu kodlarının hala 1924 Statükosu’nda yazıldığı gibi çalışmasının etkisi büyük. Zira İslamcılar, muhafazakarlar, iktidar 22 yılda Türkiye’nin merkezine kendi kimliklerinden parçalar yerleştirmeyi kâfi gördüğü, ülkenin kodlarını değiştirecek adımlar atmadığı için devlet hala 1924 Statükosu’nun mekanizmasıyla işliyor. Bu da ister istemez düzeneğin eninde sonunda Kemalizme dönmesini sağlıyor.
İktidar Yapısal Reform Gerçekleştirmedi
AK Parti 22 yıllık iktidarında kamusal alanda dindar-muhafazakarların yer bulması, temsil ve katılım icra etmesi için belirgin bir siyasi tutum sergiledi. Bu süreçte farklı aktörlerle ittifaklara giderek siyasal alanı paylaştı. Devleti yeniden düzenlemek yerine ortaklarıyla “idare etme”yi yeterli gören iktidar sol-liberaller, Milli Görüşçüler, bazı cemaatlerle başladığı siyasal ve kamusal macerasında Kemalizmin “tehdit” gördüğü alanlarla, etnik, mezhep, dini ötekilerle münasebetler geliştirip onların meselelerini çözmek hatta merkezde yer bulmalarını sağlamak üzerine neoliberal siyasallığa özgü bir çerçeve geliştirdi.
Bu Kemalizmin resmi ideolojisini, siyasal alanını ve devlet kodlarını etkileyecek bir paradigma değildi.
Gezi-15 Temmuz-Hendek olaylarından sonra milli-yerli tavrı bir anlamda “resmi ideoloji” kılan AK Parti ve Cumhur ittifakı iktidarı zaten güvenliği merkeze aldığı için 1924 kurucu kimliğiyle çatışmak bir tarafa, onunla entegrasyon ışığı yakmıştı.
Bu dönemde dünya sistemi konjonktürünün de etkisiyle Akdeniz ve Kafkaslardaki etkili adımlar, Ayasofya’nın açılması Türkiye’nin İmparatorluk köklerine yaklaştığını da gösteriyordu. Haliyle yeni paradigma yeni enternasyonalizmle Kemalist kodları aşabilecek bilinç, kadro birikimi, devlet tecrübesi de kazandı. Fakat iktidar olmanın özgüveni, yeni sistemi getirmenin güç patlamasıyla birleşince üst üste irrasyonel eko-politik denemeler, temelsiz politikalar, her şeyi yapabilecek güç temerküzü, yetkeyi partililer dahil kimseyle paylaşmama gibi egemenlik gösterilerini beraberinde getirdi.
2019 yerel seçimleri, iktisadi gerileme, salgın ve savaş konjonktürleri, 2023 seçimlerinde yüzde elliartıbir şartı, toplumun her kesiminin iktidardan tuttuğunu koparabileceği fikrini canlandırdı. İktidarın kendi içinde bile halkalara ve oligarşilere gitmesi, pastadan payın artık bırakın alt kesimi orta sınıfa bile yeterince ulaşamaması beraberinde yeni popülizmlere, Kemalist simgelere tutunmalara neden oldu.
İktidar yorgunluğunu dini olana tepkiye dönüştüren necip Türk milleti, seküler muhalefet yaşam tarzını idealize etmeye de başladı. En kötüsü de bu; galibin mağlubu tarz-ı hayat bakımından takip ettiği tarihte görülmüş müdür hiç! Vaziyet gerçek iktidarın İslamcılar, dindarlar mı yoksa hala Kemalist değerler mi olduğu sorusunu, “hükümet oldular ama iktidar olamadılar” mottosunu canlandırırken Kültür Savaşı vermemenin maliyetini de çıkarıyordu.
İktidarın bu yeni sekülerizme Kemalist simge ve uygulamalarla, kendi tabanını reddeden politikalarla devamlı su taşıması, yeni bir sınıfı, siyasallığı, yeni ulusalcılıktan laikliğe evrilen dindışılığı güçlendirdi. 2023 yılında “canlı bir beka korkusu” yaşayan İslamcı-dindar kesim iktidarı değiştirmezken yerel seçimlerde “vebale ortak olmama” adına sandıklara gitmedi.
Türk siyasal alanının dörtte birini laik-Kemalist, dörtte birini içlerinde genç kuşakların kitabîliğini de barındıran İslamcı-dindarların oluşturduğu son seçimlerde kesinleşirken bu iki katı grubun yanında yüzde ellilik bir sağ-sol muhafazakarın, iktisadi ve günlük çıkar peşindeki bir kitlenin varlığını da doğruladı. Bu genel görünüm esasında çok da endişe verici bir vaziyeti işaret etmediği, “seküler-deist” denen gençlerin İslami ve ahlaki olanı öne çektiği için “umudu” da berkitiyor.
İktidar, İslamcılar ve muhafazakarlar 22 yılda bir düzen, yasa, ahlak dizgesi getiremedikleri halde ülkenin yüzde 25’inden fazlasının “İslami saikleri eylemlerinin menşei” kılması hakikaten önemli bir göstergedir.
İktidarın önünde daha dört yıl var; Kemalistler sert ve geri dönmesi zor Kültür Savaşı’nı dört yılda başlatmışlardı.
2028 yılına kadar iktidarın, bu ilkeler, idealler ve ahlak üzerinden kendini ifade eden yüzde 25’lik kitleyi, anlayışı, zihniyeti geliştirip güçlendirmesi… devletin İmparatorluk misyonunu defacto devralması gerçeğiyle yeni bir devlet yapılanmasını gerçekleştirmesi için kurucu faaliyetler geliştirmesi aslî beklentiler arasında.
31 Mart’tan bu yana sıradan seçmenden iktidar elitlerine kadar öze, kendi’liğe dönüş hatta öyle ki AK Parti’nin hiç olmadığı kadar İslamcı hassasiyetleri yükseltmesi istenirken yeni bir müphemlik, yeni bir iktidar kurgusu için yeni ittifak, yeni siyasi ve sosyolojik eğilimler gelişiyor. Elbette bununla beraber Cumhuriyet tarihinde çok sık olduğu gibi yeni sentezlere de gidiliyor.
Kemalizmin 5 Sentez Dönemi
Tek Parti CHP’si İnönü’nün Cumhurbaşkanlığına kadar “kendi”liğinden taviz vermedi, özüne mugayir politikalara ve sentezlere müsaade etmedi. İki denemenin, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın eski Türkiye’ye yani İmparatorluğa yöneldiğini görünce hiç uzatmadan bu partilerin ve kadroların fişini çekiverdi 1924 Statükosu’nu kuranlar. Halbuki her iki partinin kurucuları da Tek Parti figürlerinden çok farklı bir zihniyet taşımıyorlardı. TCF’lilerin Hilafetin kaldırılmasına, SCF’lilerin zecri laiklik ve katı ama yanlış Devletçilik çıkışlarına dahi tahammül edemeyen Çelik Çekirdek, senteze mahal vermeden partileri kapattı.
Bu katı özcülüğe karşı Mustafa Kemal’in vefatı sonrası İsmet İnönü’nün iktidara gelmesiyle ilk “sentez”ler gelmeye başladı.
İnönü merkezden dışlanan Kazım Karabekir gibi kahramanları, önemli isimleri siyasal alana dahil etti. ABD’nin dünya sisteminin başına geçeceğini anlayınca İnönü, haber salarak “demokrasyalara” dahil olacağı teminatını verdi, 1947 yılında 7 maddelik “dini rehabilitasyon” programı açıkladı fakat bu sentez bile iktidarı kurtarmasına yetmedi.
İkinci sentezi Demokratlar yaptı. DP’liler ezanı aslına döndürürken Atatürk’ü Koruma Kanunu ile “devrimleri yasal güvenceye” kavuşturdular, buna mugayir Tek Parti öncesini talep edenlerin seslerini kestiler. 1944’ten beri kıyılan sosyalistleri, İslamcıları ve Turancıları 27 Mayıs’a kadar ezmeyi sürdürdüler. Rejim ikinci sentez döneminde ortalama konservatizm, altyapıcı liberalizm ve sandık demokrasisi ile milleti kendine bağlayarak Kemalizmi “reddedilir olmaktan tartışılır olmaya” taşıdı.
1960’lar üçüncü sentez dönemi…
Üçüncü Yol’culukların arttığı, sosyalizmin, İslamcılığın güçlendiği bir evrede 1961 Anayasası ekseninde 27 Mayısçılar, Kemalizmi ve Amerikan dünya sisteminin demokratik liberalizmini güncelleyerek yeni bir sentez geliştirdiler. Anadoluculuğun etkisi, İslamcılık ile “yerli sosyalizm” arayışları, yerli ve milli tavır, 1965 sonrasında “millilik” ekseninde Kemalizme halel getirmeyecek bir sağ-muhafazakar-İslamcı bloğun inşası bu sentezin en bariz göstergesiydi. Bunu 1970’lerde Milli Görüş ile CHP’nin koalisyonu daha sonra ise MC iktidarları devam ettirdi. Bir tarafta CHP ile iktidarı bölüşmek bir tarafta milliyetçi ve merkez sağ ile cephe oluşturmak, İslami hassasiyetleri öldüremedi.
Bu sentezler İslami zihni karıştıramadı ama 12 Eylül sonrası neoliberal politikalar, para-kariyer ve siyasetin, devletin merkezine gelme ihtimali dördüncü sentezi doğurdu. Buna Türk-İslam sentezi adı verilse de aslında olan Neoliberal İslamcılığın doğuşuydu; liberalizmle dindarlığın birleşerek gelişmesi. İmkanlar dairesi büyüdükçe meşrulaştırmalar arttığından Kemalizm kendini muhafazakar ve dindarlar vasıtasıyla güncelleme eğilimine girdi. İstiklal Marşı’nı Anayasa’ya alan darbeciler Kemalist simgelere, rejime yönelik ifadelerin hepsini 159-312. gibi pek çok maddeyle engelledi. Haliyle bu sentez ancak Özal’ın dört eğiliminde siyasallaşırken Milli Görüş yeni bir özcülükle yola çıkıyordu; “bize yüzde 6 derler” anlayışıyla.
Dördüncü sentezin ilk siyasi sonuçlarından biri 1991 seçimlerinde RP-MÇP-IDP ittifakıydı. Kamusal alana neoliberal siyasallığın çoğulculuk, çok kültürlülük, AB taraftarlığıyla beraber DYP koalisyonu eklenince hem entelektüel hem siyasi tarafta dördüncü sentezin farklı çarpanları İslami idealleri, ilkeleri, ahlakı ortadan kaldırdı.
İslamcılar, Müslümanlar zaten çok düşük voltajlı seyreden hukukun, iktisadın, eğitimin, gündelik hayatın İslami bir dönüşüm geçirmesi fikrini, bu süreçte hepten unuttu.
Tek Parti’ye, 28 Şubat’a dönme korkusu, kamusal alanda temsil, başörtüsü serbestisi, merkezde şeflik ve daire başkanlığına rızadan oluşan yer bulma kaygıları yeni bir paradigma kurulduğu zannını büyüttü; halbuki olan biten Kemalizmle, dünya sistemiyle Kültür Savaşı yürütmek yerine yer kavgası vermekten ibaretti.
Bu da yeni, beşinci senteze kapı araladı.
Sol-liberallerin trenden indirildiği, Gezi olaylarıyla başlayan Fetö-15 Temmuz ve Çözüm Süreci-Hendek ile devam eden, Cumhur ittifakı olarak kendini siyasal alana taşıyan “milli-yerli resmi ideoloji” evresi ise beşinci senteze giriş ihtiva ediyordu.
Ayasofya’nın açılması, kamusal alandaki dönüşüm tam bir sentezi açıklamıyor esasında. Fakat yeni sistemle beraber Kemalist simgelere yapılan atıflar, Kültür Savaşı’nın terk edilmesi, Cumhuriyet’in devamlılığının her fırsatta vurgulanması, iktidar tarafından rejimin banilerinin devletin bânileri olarak sunulması Kemalizmin tarihselleştirilmesinden çok canlandırılmasını, semirtilmesini getirdi. Üstelik 31 Mart seçimlerinden sonra yeni Anayasa özelinden CHP ile bir ittifaka gidileceği görüntüsü, beşinci sentezin artık yerleştiğini de açıkça belirginleştiriyor.
Gilles Deleuze, devletin özünün akışları yakalayıp kendine bağlamak, bunu kalıcı kılacak mekanizma yaratmak olduğunu söyler. Sentez dönemlerindeki devlet tutumunu, metodunu çok net anlatıyor bu tespit. Olan biteni devletin kendini ihatası olarak düşünmek rahatlatıcı fakat açıklayıcı değil.
Neticede 1924 Kemalizmi aynı kaldığı müddetçe kazanan devletten ve milletten çok Kemalizm vasıtasıyla Türkiye’yi kontrol eden dünya sistemi oluyor.
Devletin elbette kendini yenileme, yeniden üretme, iyileştirme gücü var. Sosyalistleri, milliyetçileri, İslamcıları bünyeye entegre konusunda mahir olan devlet etnik milliyetçilikleri hassaten Kürt milliyetçiliğini Türkiye’ye bağlayamıyor, bağlamıyor! Ancak milli-yerli sentezlerle güvenlik politikalarını üst düzeye çıkarıp merkeziyetçiliği güçlendirerek oyunda tutuyor. Kürt milliyetçiliğinin devleti sahiplenmesine ve böylece entegrasyonuna hep bariyer koyuyor rejim, bu da 1924 Statükosu’na bağlılığı daha da kuvvetlendiriyor.
Milli-Yerli Yorgunluğundan Müphemliğin Güçlenmesine
Milli-yerli yorgunluğunu, kalkınmadan alt yapı inşasına ılımlı devletçilikten güçlü devlete geçiş izale edemiyor; nihayetinde Kemalizmin milliyetçiler gibi dolaylı unsurlarla değil doğrudan CHP eliyle milli-yerli yorgunluğunu lehine çevirme çabası tutacak gibi görünüyor.
Milli-yerli dönemde milli-yerliliğin kendisi, iktidar alanındaki daralmalar, etik-politik zaaflar, siyasi üsttencilikler, refahı tabana yayamama gibi nedenler tüm ideolojileri, dini ve seküler cemaatleri, mensubiyetleri, ahlaki tutumları rayından çıkardı.
Güçlü tarikat ve cemaatler dağıtıldı; kimisi siyasi taraf olarak kimisi kendi içindeki post kavgaları nedeniyle bölünmeler yaşıyor.
Milliyetçiler Tengricilikten Anadolu milliyetçiliğine, ırkçı dışlamacılığa ayrışırken deizmden sekülerizme İslamcılar, dindarlar tüm gelenekselliklerden sıyrılıyor. Kitabi saf İslami inanç sahibi gençler bile evlenmekten, aile kurmaktan uzaklaşırken konfor alanını genişletmeyi “yaşamak” olarak tarif ediyorlar.
Bu yüzden parti, siyasi tarafgirlik bir zihniyeti yaşamayı karşılamıyor artık; CHP’ye oy vererek, muhaliflerin iktidara gelmesiyle de “adaletin gerçekleşeceği, dinini yaşayabileceği” fikrini gençlere aşılamayı başardı küresel kültür ve sistem.
Müphemliği büyük bir aidiyet gibi sunmayı başardılar. Herkesleşmeyi derin bir ideolojik mensubiyet gibi kabul ettirebilmeyi sağladılar. İnsanlar genel geçer ilkeleri savunmakla ideal Müslümanlığa ulaştıkları zehabını yaşıyor.
Genel kitle ise dinin dışında var olmayı, açıkça Batılı gibi olmayı seçmeyi deniyor, oysa ki laikliğin ötesindeki bu tercih Türkiye’de İslami düşüncenin varlığına hiçbir halel getirmez… seküler-laiklerin anlayamadığı tam da bu, “her dönemde Allah’ın adını anan, İslam’a sadık bir cemaat” ortaya çıkar, gelişir, güçlenir.
Yeni Bir Siyasal Alan
Türk siyasal alanında parti siyaseti yerine ittifak siyaseti öne çıkarken ideolojik yaklaşımlar gittikçe arka plana çekiliyor.
Türk ve Kürt milliyetçileri CHP bayrağı altında seçime gidiyor, dindarlar CHP’ye oy verebiliyor, Kürt milliyetçilerinin katıldığı ittifaka ulusalcılar, milliyetçiler, dindarlar da eklemlenebiliyor. Kemalizm kendini dindarlığa yaklaştırarak canlılığını devam ettirirken iktidar, muhafazakar ve dindarlar da CHP’ye, Kemalizme yakınlaşarak ömrünü uzatma derdinde.
Gezi olayları evvelinde CHP ve laikler ile tarz-ı hayat kavgası vardı, artık yok, bitti çünkü kimsenin müstakil bir hayat tarzı ve şuuru bulunmuyor. Tarz-ı hayat savaşımını CHP’de çarşaflı, başörtülü ve dindarların yer kapması, iktidardakilerin de Kemalistleşip laiklikle sorunlarının bulunmadığını ifade etmeleri bitirdi.
Bu müphemiyetten Kemalizm besleniyor.
Laiklik hiçbir zaman bu memleketin ortak değeri, meşruluk zemini ve mutabakat bileşkesi olmadı, olamaz. Laiklik İslami olanı kamusaldan tasfiye etmenin operasyonel aparatı olarak günümüzde yenilenmiş görünüyor; Süleyman Demirel’in “kimsenin namazına karışılmıyor” sözündeki ortalama laiklik veya dindarlık, kamusalın genel söylemine yerleşmeye hazırlanıyor. Ahmet Ağaoğlu’nun SCF anılarında bahsettiği “baldırı çıplaklara karşı devleti koruma” refleksi, 2010’larda tükenmişti, çünkü merkezden uzaklaşma ihtimallerinin kalmadığını laikler de anlamıştı.
Türkiye’yi “yönetilemez”, insanların anlam krizine çözüm getiremez, siyasalın erdemlerini yenileyemez intibaıyla iktidardaki İslamcıların, dindarların “başaramadığı” fikrini yerleştirmeyi becerdiler.
Neyi başaramadı İslamcılar, iktidar… yeni bir düzen kurmayı, iktisadi gelişmişliği sürdürmeyi, yeni bir model ortaya koymayı, açmazları açar kılmayı, siyasi alanı domine etmeyi, yeni bir yasa yani yaşama estetiği getirmeyi, Kültür Savaşı’nı yani müfredat ve tarih yazımı inşa etmeyi, devlete-idareye-toplumsala yeni daha doğrusu Müslümanlığın kendiliğindeki ahlakı göstermeyi, haliyle cazibeyi sürdürmeyi, cazibeden vazgeçilmeze evrilen bir nizamı teşekkül ettirmeyi başaramadı.
Meşrutiyet, 1924, 27 Mayıs ve 2002… tarihimizde dört “yeni Türkiye” var.
Doğan Avcıoğlu’nun Rejim ve Asker’de dile getirdiği gibi 60’ların yeni Türkiyesi ile eski Türkiyesi arasında yeni zenginler, tadı tuzu kaçanlar, vergi kaçakçıları, rantçılar, spekülatörler bakımından devamlılık var, her dönemde olduğu gibi. Seçmen “Kemalistlerden ve CHP’den kendini ayıramayan” iktidara farklı bir muamele yapmadı bu sefer her zamanki seçimlerden ayrı olarak. Dahası tüm beka kaygısı söylemlerini de kulak arkası etti.
İktidarın, vatandaşın CHP’yi meşrulaştırmasına cevabı da aynı düzeyde oldu, oluyor. Muhtemelen yeni Anayasa ekseninde başlayıp devam edecek bir yakınlaşma, koalisyon gerçekleşecek. Basit siyasi bir manevra gibi gözükse de sonuçları itibariyle yıkıcı bir sürece giriyoruz.
Yeni sistemde Cumhurbaşkanı seçilme şartları elliartıbire dayandığı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ikinci sefer seçildiği göz önüne alınırsa Erdoğan’ın bir kez daha aday olabilmesi için ya Meclis’in erken seçime gitmesi ya Anayasa’nın değiştirilmesi gerekiyor.
Kürt milliyetçileri ile Cumhur’un yakınlaşması sözkonusu olamayacağına göre her halükarda CHP’nin denkleme girmesi şart.
Herkesin Çıkarı Türkiye İttifakı’nda…
Şartları evvelden hazırlanan Türkiye İttifakı için Cumhurbaşkanı Erdoğan 2019’da çağrıda bulunmuştu, şimdilerde kendisi dile getirmezken onun yerine CHP lideri Özgür Özel onunla münasebet kurup birlikte çalışmak istediğini ifade etti; zaten Cumhur’un kurulmasında da Erdoğan şartları hazırlayıp fiili durumu gösterdikten sonra Bahçeli çağrı yapmıştı. Erdoğan öyle anlaşılıyor ki “ayakta ölmek”ten yana, bu yüzden de Cumhurbaşkanlığını bırakmak istemiyor. Seçime girebilmesi CHP ile birlikteliğe bağlı.
Ekrem İmamoğlu tehlikesi karşısında Özgür Özel’in, pek çok belediyeyi alıp zafer kazanan lider, imajını, gücünü koruyabilmesi harici desteğe, Erdoğan ile ittifaka bağlı…
Devlet Bahçeli’nin Meral Akşener karşısındaki beka sorununu halleden Erdoğan Özgür Özel’in Ekrem İmamoğlu beka sorununu çözecek gibi görünüyor.
Yeni real-politik için “aşırı yorumlama” ile her tür dış yardımı alarak güçlenen küreselci Ekrem İmamoğlu’na mukabil her tür iç güç desteği sağlayan “zinde” ulusalcı-CHP-Cumhur ittifakının mücadelesi başlıyor, demek de mümkün!
Tüm ideolojileri sapan, aidiyet bağları körelen, dini-epistemik cemaatleri çöken, değer yargıları laçkalaşan toplumsal algıların siyasal alana yansımasından bu Schmittçi antagonist dost-düşman siyasallığının teşekkül edeceği belliydi.
CHP İle Yapılan Anayasa’dan Hayır Gelir Mi?
Reel siyaset açısından, siyasal alanı “her ne surette olursa olsun iktidarda kalmak” diye yorumlayanlar için CHP ile ittifaka gidip Anayasayı değiştirmek ya da Meclis’te erken seçim kararı aldırmak, normal ve başarıdır. Fakat CHP’nin neyi temsil ettiğini düşündüğümüzde koskocaman bir birikimin, Tanzimatla ortaya çıkıp 1924 Statükosu ile kesinleşen İslam-laiklik dikotomisinde İslami ağırlığın artışının heba edilmesi, Türkiye’nin İmparatorluk kökleriyle buluşmasının tehlikeye girmesi, bunlardan daha önemlisi CHP özelinde Kemalizmin yeniden merkeze yerleşmesi, itibar kazanması, vazgeçilmez kılınması sözkonusu olacak.
İslamcılar, iktidar, Türkiye ikinci yüzyıla girerken Kemalizme “100 yıllık ara, parantez içi” diyemedi, Kemalizmi ve laikliği 1071 sonrası tarihi akışta kesinti, sapma biçiminde tarihselleştiremedi; aksine güncellemeyi seçiyor.
CHP ile yeni bir Anayasa yapmak, 12 Eylül’ün darbecilerinin anayasasından daha beter, sonuçları itibariyle de daha fena olur. Anayasa’da temel hak ve özgürlükler tüm “evrensel” anayasalardan kes-yapıştır tarzı alındığı için zaten mevcut, mesele bunların tatbikinde…
Yeni bir Anayasa demek yeni bir hayat tarzı teklif etmek, yeni bir zihniyet kurmak, yeni bir paradigma geliştirmek demektir.
CHP ile birlikte yapılan Anayasa ne laikliği kaldırır ne yeni ve bize özgü bir hayat tarzı getirir ne de yeni bir zihniyet, paradigma fikrini taşır.
Laikliği, CHP’yi ve Kemalizmi meşrulaştırmaktan, normalleştirmekten, müphemleşen toplumun Kemalist zihni kolayca benimsemesini sağlamaktan öteye fayda getirmez.
İslamcılar, dindarlar hatta iktidar şu muhasebeyi yapmak mecburiyetinde; sadece elliartıbiri, seçim meselesini değiştirmek uğruna kalan dört yıl heba edilir mi, kazanımlar kaybedilir mi, CHP-Kemalizm meşrulaştırılır mı, dahası Kemalizm bir yüz yıl daha Türkiye’nin başına sarılır mı, değer mi?