Dünyada 1970’lerden, bizde 1980 sonrası dünya sistemine, neoliberalizme eklemlenme sürecinde başladı kutsalı, normları, gelenekleri, toplumu bir arada tutan değerleri, merkez fikrini, üst ve üstünü, bilgeyi, “baba”yı ve en nihayetinde müşterek iyi’yi itibarsızlaştırma, gözden düşürme hatta bireylere karşı düşmanlaştırma girişimi.
Neoliberalizmin iktisadi politikalarının yanında küresel kültür toplumların üzerinde ittifak ettiği ana gövdeyi, “direnç noktaları”nı gevşetmek, etkisizleştirmek için alternatif söylemler geliştirdi. Buradaki temel mesele “müşterekleri” ortadan kaldırmaydı. Sadece geleneksel olanı değil hali hazırda bile insanlıkla eş yaştaki temel hiyerarşik yapılanmalara karşı küresel kültürün, kültür endüstrisi ürünleriyle ciddi saldırıları yaşandı. Bu tabi topluma göre değişiklik gösterdi. Özellikle milletlerin zafiyetleri, hassas ve kırılgan yerleri üzerine ciddi ciddi giden onları “arkaik” kılan bakış açıları, yeni değerler, değersizlikler, küçük düşürmeler gerçekleştirildi.
Örnek mi… 2000’lerden sonra ilkokul kitaplarına giren “aile reisliği” mevzuu…
Demokratikleşme, belki vesayetçi zihniyeti doğuracak “otorite” fikrini kırma gibi gerekçeleri bulunsa da “ailede kararların eşit alındığı”, “aile reisi kavramının bulunmadığı” ilkeleri günümüz gençlerini, otoriteyi, kutsalı, değerleri küçümseyen insan gerçekliğini belirledi.
Erkeklik, Babalık, Otoriterlik…
Burada “baba” figürü önemli…
Baba, eş, eril, otorite, güç, dayanak manalarında ailede, toplumda, devlet mekanizmasında belirgin rol oynarken zamanla postmodern kültürün, felsefenin tesiriyle “baskıcılık”, hürriyetleri engelleme, bireye saldırı anlamları kazandı. Kültür endüstrisi gibi sol liberal aydınlar da “erkek ve baba” figürleri üzerinden Türk toplumunun kodlarını çözmeye girişti.
Belirtmek gerekir ki geleneksel yaşamdaki baba ve erkek imgeleri çok da matah değil, hatta sahiden insan onurunu, evlilik kurumunu, eş-çocuk kimliğini örtecek derecede menfi yönelimleriyle erkek ve baba pek çok kötüyü de koyultur.
Kültür endüstrisinin, sol liberal vurgunun yönlendirmesiyle son yıllarda geniş kesimlerin nezdinde baba, erkek, lümpen, kısıtlayıcı, kıyıcı, özgürlükleri yok eden figüre dönüşerek tepkiyi devleti ve toplumu var eden mekanizmanın tümüne yöneltti. Kapitalist örgütlenmede bile çok güçlü olan otorite, baş, merkez yapısı Türkiye gibi ülkelerde “omurga”yı kıracak düzeye geldi.
“Erkek egemen dil” kavramının kullanıldığı her platform aynı zamanda Türkiye’nin genetiğini bozmaya yönelik girişimleri de ifade ediyor. Bir şekilde hoyrat, hakikaten zalim, otoriteyi zulme teksif eden erkek imgesi bu topraklarda çok güçlü. Meselenin sadece bu sosyolojik gerçeği anlatmaktan ziyade millet bağını çözecek boyuta erişmesi siyasal alanı kilitlemesiyle ilgili. Son günlerdeki İstanbul Sözleşmesi merkezli tartışmalarda vurgu daha çok kadının konumuna odaklanır, aile kavramı etrafında kilitlenirken bütüncül bir felsefenin geliştiği de gözlerden kaçırılır yahut algılanamaz.
Ailenin dağılması, devletin ve toplumun çökmesiyle eşitlenir haklı olarak… Buna eşlik eden zihniyet dönüşümü üzerinde pek durulmaz halbuki.
K-Pop, gençlerin deistleşmesi, dindar nesiller, imam hatiplilik, dindarlık göstergelerinin yükselmesine karşın oruç tutanların sayısının azaldığına ilişkin araştırmalar, seküler yönelimler, tik-tok, instagram paylaşımları, ihtişam, gösteriş merkezli kamera çekimlerine getirilen yorumlar ardı ardına geldiğinde toplumun kodlarına ciddi “viral saldırı” gerçekleştiği belirginleşir.
Kına gecesinde çekilen videonun mahremin dışına taşınması değil de kadınların kendi aralarındaki eğlencesini “dejenere olma” ile açıklamak bu art niyetli yorumların sonucu.
Kültür endüstrisinin, popüler kültürün ve tüketim ideolojisinin üç büyük misyonu var; gözden düşürme, seri üretim-yerine yenisini ikame etme, yaygınlaştırma-herkesleştirme…
Yeri geldiğinde “baba”yı, otoriteyi, anneliği anında gözden düşürebilme becerisine sahiptir kültür endüstrisi. Siyaseti, üretimi, uzmanlığı, sanayiyi, kalkınmayı, dindarlığı birkaç yayınla, haberle, sosyal medya aracılığıyla, dizi ve filmlerle değersizleştirip, bireye düşmanlaştırmak mümkün ve fiilen uygulanmakta zaten.
Özellikle son yıllardaki evlendirme ve kayıp-kaçak programları, yemek yarışmaları “geleneksel toplum”un, taşranın, çevredeki alt sınıfın hiç de ahlaklı, matah insanlar olmadığını gösterdi… Gerçekten öyle mi acaba? Bu programlara katılanlar Türk toplumunu yansıtır mı, muhtemelen hayır fakat hayatın akışında da bu derece keskin olmasa da “reality şov” sekanslarına rastlanıyor.
Anlaşılması gereken şu ki; öğle kuşağındaki evlenme, kayıp-kaçak programları, yemek yarışmaları, tecavüz-intihar-aldatma-entrika temalı dizi ve filmler, telefon kamerasına dayalı haberler bir biçimde Türk toplumunun bozulduğunu yahut hep bozuk olduğunu, övüldüğü gibi ahlaki tutumu bulunmadığını, dinin gündelik hayatta etki etmediğini, sıradanlığın ve hassaten Anadolu İrfanı’nın anlatıldığı kadar yücelik taşımadığını kanıtlamaya… dolayısıyla yeni gençliğin bu omurgayla ünsiyet geliştirmesini gerektirecek bir sebebin bulunmadığına yöneliyor.
Şiddet, lümpenlik, kıroluk, kekoluk, zontalık belirgin bir antipatiyi oluşturuyor. Asker uğurlama törenlerinde, düğünlerde, maçlardan sonra ya da gerekçesiz silah atma, trafiği durdurma gibi eylemler küfür, kaba söz, argo, “erkeklik raconu”, geleneksel hiyerarşi bir biçimde herkes için rahatsızlık ifadesiyken yeni gençlik için bu toplumdan umudunu ve mensubiyetini kopartma gerekçesi olarak kullanılıyor.
Aileye, Eğitime, Entelektüel ve Siyasal Alana Saldırı
1980 sonrasında dünya sistemine eklemlenme sürecinde postmodern felsefe merkezden, otoriteden, “baba”dan yılgınlığı çok yönlü, sistemli ve etkili kullanarak bireylerin “kolektivite bıkkınlığı”nı değerlendirmeyi başardı.
Aile, eğitim, entelektüel alan, siyasal alan postmodern felsefe, neoliberal siyasallık ve iktisatla milletlerin bağlarını çözüp, mensubiyet kanallarını tıkayacak yönelimleri başlattı ve destekledi.
Modern hayatın, neoliberal iktisadın, çalışma hayatındaki ağır kapitalist işleyişin kutsala, merkeze, müşterek iyi’ye bakış açısını ister istemez menfi yöne evriltmesi sürecini de yaşıyoruz.
Kadınların çalışma hayatındaki oranının yükselişi, üniversite mezunu kadınların artışı analığı küçültüp değersizleştirip “kadınlığı” yüceltti. 1980 sonrasında Türkiye’de canlanan feminist söylem “kadınların vazifesini erkeğin belirlediği” kompleksini bir yıkıcı propaganda haline getirdi.
Çamaşır yıkama, evi toplama, bebeği emzirme, yemek yapma, dikiş dikme kadınların temel vazifeleri olmayabilir elbette… Geleneksel hayattaki rol dağılımının niteliği önemli tabi fakat günümüzün kapitalist kültürüne eklemlenen feminizm hatta Türkiye’deki gibi başörtülülerin öncülüğünü yaptığı eğilim dinin de altını çizdiği mukaddesatı yok etme taraflısı.
Annelik, eş, yuva gibi kavramlar pozitivist, materyalist, rasyonalist bir mantığın ötesinde kültür endüstrisinin diliyle mukaddes vasfından sıyrılıp sentetik hale yerleşir. Kadını özne kılma adına toplumdan, aileden, eşten hatta çocuklardan bağımsızlaştırma girişimi sıradanlaştırmayı getirir.
Mensubiyet bağları kesilen kadın aynen feministlerin istediği gibi siyasal alanda bir güce, aktörlerden birine dönüşünce, kudsiyet zırhından sıyrılınca sokakta da “herhangi bir insan”a evrilir, bu sefer “herkes gibi” olan kadın yine toplumdaki işleyiş uyarınca “herkes gibi” muamelesi görünce birden “kutsal ana, eş, dişi kuş” misyonunu hatırlar, hatırlatır, “ayrıcalık” arayışına girer.
Öğretmen, Entelektüel Düşmanlığı
İnsanın ontolojisindeki temel kaide, Platon’un Devlet’te bahsini ettiği, “kadının yaratılışının farklı”lığı mevzuu günümüzde “yok hükmünde” kabul edilmeye çalışılır hatta zorlanır.
Pozitif ayrımcılık hukukunda olduğu gibi eşitlik durumlarında neyse de zafiyetlerde kadını üstün tutmak bir yere kadar anlaşılabilir. Çalışan kadın meselesi bu bakışı güçlendiriyor. Kazanç güç demek… üstüne özgürlük bilinci eklenince ister istemez evdeki öteki unsuru “eş” değil “erkek” hatta “partner” gibi kodlamaya götürür. İşte yorulan, ezilen kadın evde de ev işleriyle meşgul olduğunda ister istemez “öne düşmesi”, özneleşmesi, organizatör olması gerekir; bu misyonu yerine getirse ne âlâ… getiremediği zaman otoritenin, ailenin merkezinin, işbölümünün kaymasına vesile olur; “erkeklik”i yıkmaya çalışırken “baba” da yok sayılır, merkezle beraber “imame” de zarar görür.
Neoliberal dönemdeki ikinci merkez kayması eğitimde yaşanır.
Eğitimde her disiplinde olduğu gibi bir merkez, örgütleyici otorite bulunur. Öğretmen eğitimin ana motorudur. Fakat bu bireyselleşme, merkezsizleşme, “baba” imgesinin değersizleştirilmesi öğretmen üzerine odaklanır. Öğretmenin mukaddes kimliği gider yerine sıradan bir organizatör, gözetmen figürü gelir. Evde kararların ortak alınması ve aile reisliği fikrinin düşmanlaştırılmasının bir başka versiyonu öğretmenin çocukların üzerindeki kutsallığı yok edilirken artık sınıf “her biri birer güneş” olan ego yüklü ama içi boş öğrencilerle, bireylerle dolar. Bu da kargaşayı, egoların çatışmasını, merkezin yitimini, ruhi, epistemolojik, eğitim olgunluğunu takip eden mukaddesin yıkılmasını getirir.
Öğretmenlere hakaret edip, ders işlemeyi engelleyip ceremesini çekmeyen öğrencilerin hem veliler hem yetkililer tarafından kollandığı ortamda elbette millet bağı kopmuş demektir.
Bir başka merkez yitimi entelektüel sahada yaşanır.
İletişim ve ulaşım imkanlarıyla beraber bilgiye erişimin kolaylığı, aydınlara, sanatçılara, kanaat önderlerine sosyal medya vasıtasıyla yaklaşmanın rahatlığı, üstün olanı yakalayamadığında onu küçük düşürme, hakaret etme fırsatı ister istemez entelektüele olan bakışı etkiler. Entelektüel kitle kültüründe, lümpen seviyesine kitlenen kültürel ortamda yalnızlaştırılır, değersizleştirilir, küçümsenir.
Toplumdan uzak… kendileriyle kavga eden… tepeden bakan… dengesiz… içe kapanık… psikolojik sorunlu… Batı ajanı… ayakları yere basmayan… havai, uçarı… gibi kavramlarla entelektüelin varlığı siyasal alandan, genel kültürel atmosferden dışlanır. Lümpenizm bu aşamadan sonra merkeze yerleşir.
Belki de en çok eleştiriye uğrayan saha olmasına rağmen siyasal alan benzer aşınmayı çok fazla yaşamadı. Merkezsizlik, baba figürü, otorite bir dönem 1990’lardan 2010’lara kadar revaçtayken sonradan tekrar devlet mekanizmasının çalışmasını talep eden kitlelerle güç arayışı birleşince erk siyasal alanın belirleyicisi oldu. Her ne kadar yerel seçimler süreci tersine çeviriyor görüntüsü verse bile bir biçimde güçlü devlet, güçlü lider, merkez parti ve siyaset beklentisi en gözde toplumsal talepler arasındaki yerini koruyor. Fakat siyasal alanda hem güçlü hem amorf parti ve lider özentisi de yok değil. Bu da yine zamanın ruhuna uygun bir süreç.
Arzulara Yol Verirken…
Postmodern felsefenin gelişmesinde, kültür endüstrisinin, küresel kültürün yerleşmesinde elbette bir önceki dönemin, 1960-1980 arasındaki ideoloji yoğun evrenin büyük etkisi var.
12 Eylül öncesinde sadece sol değil, her ideoloji katı disipliner, otoriter, “baba” erkine yatkın, özel hayatı dışta bırakan, kodlandığı “dava”ya hizmetten başka insani ve bireysel her türlü “zaafiyeti”ni görmezden gelen atmosfere sahipti.
Kolektif bıkkınlığı aynı zamanda otorite, kamu, baba, güç, merkez, hiyerarşi, hegemonya bıkkınlığını da doğurmuştu. Erkeklik, sertlik, katılık, çatık kaş, katı hiyerarşi bireylere nefes alacak alan bırakmamıştı, lider kültü, cemaat yaşantısı, hücre ilişkileri, ocak askerliği ideolojilerdeki insan birikimini heba ediyordu. Özal neoliberalizmiyle “bırakın geçsinler” zihniyeti özel hayatı, bireyi, özneyi öne çıkardı. Nurdan Gürbilek’in sık sık vurguladığı, Freudyen “baba” imgesi, Türk kimliği, mağrur egemen antipatik görülmeye başlandı. İdeolojilerin katılığında unutulan “insanilik” düzeyi çokça hatırlanır oldu …
Sosyalistlerin çok daha fazla dillendirdiği ve Türkiye’nin Nomosu’na cepheden girişen arzuları tatmin etme, tutkuların peşinden gitme, hevesleri karşılama, egoları bastırmama, cinselliği doyumsuz yaşama, bastırmanın her türüne karşı özgürleşme temaları 1980 sonrası liberalizmiyle gelmişti.
80 sonrasında küresel kültürün distribütörü olarak sol-liberaller kültür endüstrisinin başına geçerek “arzuları dizginsiz yaşama”yı ideoloji haline getiren yayınları, siyaseti, kültürü, gündelik yaşamı yerleştirdi. Bu doğrudan doğruya Türk toplum yapısına, Türkiye’nin Nomosu olan İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgasına karşı yeni akımlar geliştirme, heterodoks ve sapkın olanı kollama manasına geliyordu.
Türk milleti mesela “küpe”yi kadınlıkla mı eşitliyor, flörtü ayıp ve günah mı sayıyor onu normalleştirmeye yönelik bir yayın çizgisi takip edildi. Tabi buna ek olarak “ayıp ve günah”ın özgürlüğü, kadınlığı, insanlığı kısıtladığı… geleneksel yaşamda, taşrada da pek çok “ayıp ve günah”ın işlendiği örnekleriyle anlatıldı. Postmodern felsefenin “hakikatin çoğulluğu” fikriyatı aileden eğitime, siyasal alandan entelektüel sahaya yayıldı.
Türkiye’nin Nomosu’nu oluşturan İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgasının her bir ögesine karşılıklar bulundu.
Merkeze karşı yerel…
Millet bağına karşı çoğulculuk…
Türk kimliğine karşı azınlıkçılık…
Ehli sünnete karşı anti ahlakçı heterodoksi…
Gazaya karşı hoşgörü…
Topluma karşı çok kültürlülük…
Değerlere karşı feminizm, cinsiyetçilik, kültürel özerklik…
Bu süreçte belki de toplumu çözecek değerlerin, bağların hepsine belirgin bir baskı başladı. Bilhassa etnik kimliklerin intikam hissi “kültür savaşı”yla gerçekleşti; lbgt, feminizm, çıplaklığın normalleşmesi, sapkın ilişkiler, sürekli eş, sevgili ve partner değiştirmeler, magazin yayınları Türkiye’nin Nomosu’nu, millet bağını çözecek boyuta getirildi.
Mesele sadece kadın, müstehcenlik, eşcinsellik gibi ahlakçılık değildi; ekoloji, kamu karşıtlığı, savaş karşıtlığı, vicdani retçilik, ırkçılık düşmanlığını Türkü dışarıda bırakarak gerçekleştirme proleter devrim ve sınıf çatışmasının yerini alarak yeni bir paradigmayla, yeni argümanlarla topyekûn savaşıma geçildi. Kenan Evren nefreti Evren’in Bülent Ersoy yasağını gayrı meşrulaştırdı.
Gelinen süreçte merkezsizleştirme, kutsalı, “baba”yı, değerleri, Türkiye’nin Nomosu’nu itibarsızlaştırma çok mühim mevziler kazandı.
Çocuklar için kullanılan “inancını kendi bulsun”, “yolunu kendi çizsin”, “ahlakını kendi edinsin” anlayışı “cinsiyetini kendi keşfetsin” düşüncesine vardı.
İfşanın normalleşmesi, serbest cinsellik, evliliklerde farklı arayışlar, tuzu kuruların tutkuları, flörtü bile masum kılacak boyutlara ulaştırdı. Kadın erkek ilişkilerindeki sınırsızlık, ister ütopya ister distopya deyin “cinsiyetsiz birey” özlemi, siyasal alanda, toplum yapısında, eğitim ve kültür sahasında da “amorf” karakterleri, liderleri öne çıkarmaya, içeriksiz, kişiliksiz, kimliksiz, değersiz karışımları, yönelimleri, siyasi yapıları beslemeye başladı.
Kültür Savaşı’nı kültür endüstrisi, küresel kültür, sol liberal dünya kazanırken ulus devletin sınırlarını koruma savaşı ne derece başarılı olur, tartışılır elbette. Bilinmesi gerekir ki, K-Popçu kamusal dindarlar kadar “cinsiyetsiz birey”, “cinsiyetini ve inancını kendi keşfetsin” fikrini demokratik bulan yeni gençlik ulus devletin bekasını savunma durumunda kalacak!
16.12.2019