Millet Olmak İçin Müşterek Hedef Lazım

Hemen tüm kavramların iğdiş edildiği bir yüzyılda yaşıyoruz. Belki önce kavram tayini yapmamız gerekiyor. Kitapta cevabını aradığınız bir soruya burada da cevap isteyeceğim; Türkler Anadolu’ya yalnızca bir yurt tutmak için mi geldi? Ama öncesinde Türk derken kastettiğiniz nedir, millet tanımınızın çatısı neyi kapsar, Anadolu yalnızca bir coğrafyanın adı mıdır sorularının cevabını alalım…

Türk kavramı tarihin her döneminde üst kimlik olmuştur. Yani belli bir soy bağını işaret etmemiştir. Bu yüzden Türkün karşısına “tat” konulmuştur yani Maveraünnehir havzasında İslam ile şereflenmeyen her türlü unsur. Türk bu açıdan bir tavrın adıdır.

Ben Türk ile Anadolu arasında da bir fark görmüyorum, Türk ile Anadolu etle kemik gibidir, ayrılmaz. Bu bütünlük zaten coğrafya veya toprak değil ruhtur, tavırdır, kimliktir. Anadolu bir açıdan yurt ya da yaşam alanı olarak görülmüştür yani İslam’ın yurdu, İslam’ın ontolojik güvenlik sahası bağlamında. Anadolu İslam’a tehdit oluşturacak sahaya en yakın alandır. Anadolu’ya sahip olan aslında Akdeniz’e ve dünyadaki genel pazara, dolaşıma ve sisteme de sahip olur. Haçlı Seferleri ile Şiiliğin İslam dünyası üzerinde etkisiz kalması Türk kimliğiyle ilgili. Anadolu’nun İslamlaşması Batıda kapitalizmin 17. asrın sonlarına kadar Kıta Avrupasında mahsur kalmasına neden olmuştur. Biliyorsunuz yeni Papa Mart 2013’te seçildi. İlk yaptığı işlerden biri mayıs ayında Fatih’in Otranto Seferi’nde ölen 800 Hristiyanı Aziz ilan etmek oluyor. Türk kimliğini bugün bizler unutmuş olabiliriz ama birileri unutmuyor, unutmadıkları gibi hatırlatmak için ellerinden geleni de yapıyor. Millet kavramında da elbette büyük değişiklikler var. Bugün millet doğrudan etnisiteyi, ulusu karşılıyor. Osmanlı’da Müslüman millet vardır, Hıristiyan ve Yahudi milleti vardır, en fazla mezhebe göre Ermeni milletinden bahsedilebilir yani millet kavramı din esasına göre şekillenir.

Millet için hep “müşterek” kavramı kullanılır. Ben de kitabımda bu kavram üzerinden izah getiriyorum. Millet müşterek bir kültüre ve müşterek bir hedefe sahiptir. Fakat bugün için sorulması gereken çok temelli sorular var: biz Türkiye’de yaşayanlar müşterek bir anlayışa, temele sahip miyiz, müşterek bir hedefimiz var mı? Anadolu’yu vatan yapanlar “biz bidat bilmez Müslümanlarız” diyerek müşterek bir temeli, “Allahım İslam sancağını yükselt” diyerek bir müşterek bir hedefi gösteriyorlardı!

 

Başa gidelim. 1920 ve 1923. Bu devletin Millet Meclisi iki tarihli bir meclis. O günler ve takip eden yıllarda Türkiye’nin bir ulus devlet olarak kurulduğu söylendi. Fakat sözgelimi Kürt, Laz, Gürcü vb. anasır sınır dışına çıkarılmadı. Bu bir çelişki mi, yoksa bu toprakların gizli bir gündemi ve onu belirleyen derin bir irfanı mı var?

Ulus – Devlet olarak kurulduğu sonradan söylendi. Türkiye’yi kendi yollarına sokmak isteyenlerin teziydi bu. Kurucu irade ve millet Osmanlı’nın devamını, devletin yeni bir biçimi olarak görüyorlardı. Ben kitapta da belirttim, “Türk” olmadığı halde Çerkezler ve Pomaklar Anadolu’ya kabul edilirken, “Türk” olduğu halde Karaman Rumları mübadeleye tabi tutuldu. O zaman yakın tarih yazılırken söylenen teoriler Cumhuriyet’in ulus devlet olduğu, Türk milliyetçiliği ya da ulusçuluğu üzerine kurulu olduğu, “yepyeni” bir devlet olduğu gibi tezler belli dönemlerde işe yaradı, kullanıldı ama hakikatte, uzun dönemde geçersiz olmadığı görüldü. İstiklal Harbi’ni İslam için, dinü devlet için yapan irade ve ruh yeni devleti de kurdu. Burada hakiki manada bir millet gerçeği ortaya çıktı.

 

Tanımlarınızdan hareketle şunu söyleyebiliriz; Türk sonradan ortaya çıkan, Anadolu sonradan vatan haline dönüştürülen bir değer. Hangi zaruretler Türk milletini ve Anadolu’yu ortaya çıkardı?

Anadolu’nun İslamlaşması bir zaruretten, ihtiyaçtan, arayıştan ortaya çıktı. Müslümanlar fetih hareketlerinden sonra görece büyük maddi zenginliğe kavuştular. Bu zenginlik peşinden ataleti getirdi. Emeviler fetih hareketleriyle İslam’ı coğrafi manada yaygınlaştırdı ama Arap olmayan etnik unsurlara “Mevali” statüsü verdi. Abbasiler bu maddi zenginlikten bir medeniyet teşekkül ettirdi fakat İslam anlayışında bir donma başladı. İslam en nihayetinde dünyaya maddi zenginliklerle bezenmiş bir medeniyet algısı için inmemiştir. Türklerin ortaya çıkışı ve misyonlarını, Tuğrul Bey’in Abbasi Halifesi Kaimbiemrillah’ı şii Büveyhoğullarının elinden kurtarıp biat etmesi ve I. Kılıçarslan’ın Haçlıları kırmasıyla izah etmek gerek. Unutmamak gerekir ki İmam Gazali ve akabinde Anadolu’da ortaya çıkan anlayış ekonomiden zanaata, eğitimden vakıf müesseselerine kadar, kendi düzenini kurmuş, referansını sadece İslam’dan almış, dünyada kimseye muhtaç olmadan yaşamayı ve yaşatmayı bilmiştir. Bazılarının iddia ettiği gibi Gazali sonrası, Anadolu dönemi donmuş bir dönem değil bilakis teori ile pratiği çok ustaca meczetmiş İslam tarihinin en parlak, dinamik, örnek dönemidir.

 

Türkiye’nin geleceğini konuşmak için geçmişindeki dinamikleri hatırlamak zorundayız, diyorsunuz. Fakat bu tarihte ve coğrafyada bir ‘an’ı dondurmak değil mi? Dondurulan ‘an’ın tekrarlanabilirliği Farabi eliyle yıkılmıştı. Tersinden okuyorum asr-ı saadet tekrarlanamayacağı için mi Anadolu coğrafyasını ve onun İslam yorumunu tekrarlanmak üzere kurguluyor ve öneriyoruz?

Ben Anadolu’nun İslamlaştığı dönemi bir medeniyet inşası olarak görmüyorum. Öyle olsaydı 1. Dünya Savaşı sonunda Türkiye’yi kurmamız mümkün olmazdı.

Anadolu’nun İslamlaşması İslam yorumlarından biri ama en etkilisi, en yaygını, en başarılısı. Bu sadece bir yorum da değil üstelik. Bu dönem Hz. Peygamber döneminden sonra duraklayan İslam düşüncesine önemli “usûl” katkıları sunmuştur. Yani İslam düşüncesi kalıp yargılardan, çıkarımlardan kurtulmuştur. Bunda Hanefiliğin zamanın şartlarını göz önüne alan dinamik usûl anlayışının etkisi büyüktür. Geçmişte kalan geçmişte kalmıştır, bir daha tekrarlanamaz. Çünkü aynı şartları sağlamamız mümkün değildir; fakat aynı ruhu, aynı inancı yeni bir dünya algısıyla ortaya çıkarabiliriz. Amicis diyor ki; “Türk sakindir. Kimseye bakmaz ve kendisine bakıldığının farkında değilmiş gibi durur; davranışında ve etrafındaki eşya ve insanlara karşı büyük bir kayıtsızlık görülür; yüzünde mütevekkil bir esirin hüznüne veya bir despotun soğuk gururuna benzeyen bir ifade bulunur.” Günümüze, Türk modernleşme tarihine bakın Batıdan kim ne derse biz ona itibar ediyoruz! Halbuki biz bir şeyi biliyoruz, biz bu dünyada Allah’ın bir halifesi olarak vazifelendirilmişiz. Yeryüzünde Hak olanı göstermekle yükümlüyüz. Fakat bakıyorsunuz Batıdan akıl alıp, sistem devşiriyorsunuz. Batıyı gerileten, Batının yayılmacılığını 18. Asra kadar tutan ne kadar değer varsa bunun tam tersini yapmaya çalışıyoruz. Tarihten kesitler devşirilmez, tarihi yapan değerler devşirilir, dönüştürülür ve zamana göre yorumlanır.

 

Mehmet Akif, Yahya Kemal, İsmet Özel, Nurettin Topçu gibi belli merkez isimler üzerinden de meseleyi ele alıyorsunuz. Yahya Kemal bahsine değinmek isteriz. Uzun yıllar ısrarla Yahya Kemal’e seküler bir portre çizildi. Biz Yahya Kemal’in ‘Kur’an’ın devletini kurtarmak’ diye bir şeyden söz ettiğini biliyoruz…

Yahya Kemal’in Osmanlı Modernleşmesinden sonra bu topraklardaki din anlayışını, toprağın, milletin ve İslam’ın ruhunu en iyi anlayan ve anlatan isimlerden biri olduğu kanaatindeyim. Aziz İstanbul, Eğil Dağlar rafine bir tarih, şehir, din, kültür anlayışını yansıtıyor. Yahya Kemal başka aydınlar gibi sadece anlatmakla kalmıyor fakat buna inanıyor da. Onun eserlerinde bir medeniyetin temel taşlarını okumuyorsunuz, bir milletin, her kesimden Müslümanın dini yaşama iştiyakını hissediyorsunuz. Dini ile hayatını birleştirmiş bir milletin evrenle, dünyayla, yaratılış ile olan ahengini hissediyorsunuz. Yahya Kemal sadece tekkelerin, türbelerin, camilerin, çocuklarının elinden tutup bayram namazına giden babaların ruhunu anlatmıyor aynı zamanda bunları oluşturan akıncıları, savaş meydanlarını, haçlı fikrini de anlatıyor. Şimdi mesele “bizi” bu kadar doğru anlayıp anlatan bir aydının Cumhuriyet kültürü karşısındaki tutumu. Yahya Kemal’i bu ülkede büyükelçiliği nedeniyle zikreden kaç kişi bulabilirsiniz? Tabi hiç kimse. Fakat Yahya Kemal inanmadığı bir kültürü, Cumhuriyet sonrasını yapıp ettikleriyle meşrulaştırıyor. Maalesef Cumhuriyet kültürünün oturttuğu bu ikircikli tutum, Yahya Kemal Paradoksu ya da Yahya Kemal Sendromu bugün hala devam ediyor.

 

Nurettin Topçu’nun belki yeniden kurup, dizayn ettiği bir Anadoluculuk Düşüncesi var. Siz de büyük oranda o ırmağın kenarında duruyorsunuz. Başbakan’ın Şivanperver ve İbrahim Tatlıses’in düet yaptığı Diyarbakır konuşmasında Nureddin Topçu vardı. Yeniden ‘millet’ inşası için temel tezimizi nereye yaslamalıyız?

Devlet aygıtını kullanan kesimler uzun yıllar Kürtlerin kültürünü yok saymıştı. Şivan Perver ve Tatlıses buluşması devletin Kürtlerin kültürüne ve folkloruna düşman olmadığını, onların folklorunu tanıdığını gösteren bir simge. Siyasal manada Kürtlerin taleplerini ne kadar karşılayabilir bu sorgulanabilir. Zannedersem bu kültürel açılımlar Kürtlerin taleplerine yaklaşamıyor. Fakat bu coğrafyadaki “millet” tanımımız, Nurettin Topçu’nun millet algısı ve belki daha da önemlisi onun üzerinde durduğu “ruh” içinde bulunduğumuz süreçle uyumlu değil.

Biz gerçekten bir millet olarak tarihe yürüyeceksek, o değerleri ihata etmeliyiz. “Biz” kavramını kabullenebiliyor muyuz, “arkamıza gâvurları almadan” birbirimize dayanabiliyor muyuz belki daha önemlisi bizim bir müştereğimiz var mı? Millet olmayı zorunluluk yapan müşterek hedefimiz var mı? Bugün bir millet bünyesi taşıdığımızı söylemek zor. Etnik talepler millet bünyesinin çok üzerinde. Zannedersem uzun bir dönem kimlikler üzerinden millet bütünlüğüne ulaşmamız mümkün değil. Maalesef şimdilik İslam kavramı etrafında toparlanma yargısının altı doldurulamayacak. İstiklal Marşı gibi sağlam bir milli mutabakat metnini bile “ırkçı” diye tanımlayan kişilerin sesleri daha çok çıkıyor. Elimizde kala kala vatan kavramı kaldı!

 

Sosyolojik anlamda toplumsal bir tabanının olmadığı ortaya çıktığı için cemaat değil, örgüt diyeceğim; Gülen Örgütü’nün devletle giriştiği çatışma sonrası gözler, dini grupların çalışmalarına ve varlıklarına odaklandı. Anadolu’nun vatan kılınmasını sağlayan yapılar üzerinden bugünkü dini-toplumsal gruplarla ilişkin neler söylersiniz?

Anadolu’yu vatan kılan ruhun oluşmasında Yunus Emre vardır, Vahdet –i Vücud vardır, sonraki dönemlerde Nakşilik vardır. Yani tasavvuf olmadan Anadolu’yu izah etmeniz anlamsızdır. Tasavvufun tüm ekolleri, İslam’ın kendisi kişinin kendi istekleriyle milletin menfaati çakıştığında, kendini milletinin içinde yok eder, eritir. Yani bizdeki dini ekoller, öğretiler kişinin kendisini ve bulunduğu çevreyi araç olarak görür. 27 Mayıs sonrasında ve bilhassa 80 sonrası dini yapılar, cemaat diye anılmaya başladıktan sonra bulundukları silsileden, klasik tasavvuf ve din anlayışından uzaklaştı. 80 sonrasında Neo – Liberal politikalarla birlikte cemaatler ve cemaatleşen tarikatlar millete açık olmaktan çıkıp kendi içlerine kapanmaya başladı. Adeta yaşayabilmek için, güçlenebilmek için kendi varoluşlarını mutlaklaştırdılar. Kendilerine liberal dönemin diline uygun bir doktrin icat edip bu doktrin doğrultusunda kendilerinden olmayan dini yapıları ve onların müntesiplerini dışlamaya başladı. Öyle ki “kendinden olmayan”ın imanı  dahi sorgulanır oldu. Bugünkü çatışma 70’li yıllardan bu yana meydana gelen birikimin bir patlaması. Klasik dönemde dini yapılar milletleri, insanları toparlar, onlara yol gösterirler, dünyadaki vazifelerini hatırlatırlardı. Bugün bakıyorsunuz, haberlerde çıktı, Mit Müsteşarı, siyasetçiler, 30 Mart seçim sonuçlarına göre milletin kendisi bu dini yapılara özlerini, aslî fonksiyonlarını hatırlatıyor! Bu din anlayışı, Türkiye’yi tarihi misyonuna taşıyamaz taşımak bir yana ayağına pranga olur!

 

Birbiri ardına iki kitap yayınladınız. Dergâh Yayınları’ndan çıkan Anadolu’da İslam Ruhu ve Hece Yayınları’ndan çıkan Türk Düşüncesinde İslam. İki ayrı kitap gibi duruyor ama aslında tek bir kitap olduğunu söylemek mümkün… Kısaca ifade edebilirseniz bu iki kitap neye itiraz?

Yıllardır sokaktan orta sınıfın kültür mekânlarına hatta Beyaz Türklere kadar memleketin nereye gittiği meselesi konuşuluyor. Küçük Kaynarca’dan bu yana bu dünyadaki bekamızı sorguluyoruz. Ben bizi bugüne kadar getiren değerleri hatırlatmanın bekamızı kurtaracağını düşündüğüm için Anadolu’da İslam Ruhu’nu yazdım. Bizler Anadolu’da bir nizam teşkil etmişiz, sonra bu nizamdan yüz çevirmişiz ve hala bir arayış içindeyiz. Yani kaderimizi reddederek buraya kadar geldik ve hala reddetmeye devam ediyoruz. Ne zaman kurtuluruz, kaderimizi kabullenmeye başladığımız zaman! Türk Düşüncesinde İslam kitabındaki metinler orada değindiğim ve birbirinden farklı İslam anlayışları, aydınların tavırları kaderimizi nasıl görmezden geldiğimize değiniyor. Akif, Allah’ın lütfuyla bu kaderi yaşadığı ve kabullendiği için “İstiklal Marşı” gibi bir metni kaleme almıştır. Bu kitaplarla itirazım Türklerin kendi kaderlerinden, tarihlerinden dolayısıyla geleceklerinden kaçmalarına!

 

İsmet Özel’le uzun yıllar süren bir teşrik-i mesainiz oldu. 12 ciltlik Şairin Devriye Nöbeti’ni siz hazırladınız. Özel’de de bir millet tanım ve vurgusu var.

Elbette. İsmet Özel 1980’li yılların sonunda bilhassa 90’larda Türkiye’de İstiklal Marşı’nın belirttiği, İstiklal Harbi ile tecessüm etmiş millet yapısının dağıldığını, dağıtıldığını gördü. Bu yüzden tüm çabasını bizi tarih sahnesinde tutan, tutacak olan millet kavramı üzerine yoğunlaştırdı.

 

Geçtiğimiz hafta sonuçlanan yerel seçimler sonrası, başbakan Erdoğan’ın zaferi, Kosova, Karadağ ve Gazze gibi şehirlerde de kutlandı. Türkiye’nin kapitalizmi durdurabilecek, belki geriletebilecek yegâne millet tarafından vatan kılındığını söylüyorsunuz. Türkiye’de bir siyasetçinin zafer kazanması, Karadağ’daki insanları niçin sevindirir?

Türk milletini en iyi Batılılar tanıyor, onlar Türkiye’nin dünyada kapitalizme Batı anlayışına karşı çıkabilecek yegane potansiyel sahibi dinamik olduğunu biliyor. Bu gerçeğin Batılılarla yüz yüze gelmiş, bir şekilde onların sömürgesi olmuş, onlarla çatışmış Müslümanlar da farkında. Osmanlı yönetiminde bulunmuş topraklarda yaşayanlar Türkiye’nin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlar. Balkanlar’a giden herkese söylenmiştir muhtemelen “buralara turist olarak gelmeyin, atalarınız gibi gelin” sözleri. Mehmet Akif’te bunun farkındaydı ki sürekli “İslam’ın son yurdu” vurgusunda bulunuyordu. Türkiye dünyadaki Müslümanların sadece umudu değil, adeta umutlarını yaşatan, onları hayata bağlayan sevgilileri. Başbakan Erdoğan’ın konuşmalarına baktığınızda herhangi bir ilimizle bu İslam toprakları arasında hiçbir ayrıma gitmediğini görürsünüz. Unutmayın 30 Mart seçimlerinden sonraki balkon konuşmasında Başbakan’ın söylediği iki cümlenin üzerinde hala durmamakta ısrar ediliyor: Birincisi “Türk Milleti Geçilmez!” ikincisi “Bu millet ümmetin umududur.”

06.04.2014

Yusuf Genç – Yeni Şafak Pazar Eki