Mültecinin varlığı, mülteci durumuna düşenler kadar sürenlerin, mülteci karşıtlığı geliştirenlerin derinleşen ontolojik, siyasal, iktisadi, kültürel krizlerinin göstergesidir.
Mülteci anlam krizinin yaygınlaştığının belirtisidir. Göçmenlik, sürgünlük, göçebelik sadece gadre uğrayanları değil aynı zamanda otokton kabul edilenlerin, kendini sürmeye ehliyetli ve yetkili görenlerin ontolojik boşlukları yanında siyasal meşruiyet arayışına muhtaç vaziyetlerini de ifşa eder.
Bir toplum, bir devlet, bir siyasal kimlik bünyesinden ne kadar mülteci çıkarırsa varlığı o derece tehdit altındadır.
Meseleyi Suriyelilere odaklamadan mülteci ya da sürgün kavramı bir yanıyla o toplumun bütünleşik vasfını kaybettiğinin, müşterekleri azalttığının, sisteminin aksadığının işaretlerini verir.
Mülteci Yaratanlar
Siyasal manada mülteci doğuran üç tip idare var…
Birincisi Suriye, Afrika ülkelerinin bazılarındaki kabile çatışmaları gibi iç savaş halindeki toplumlar… katliamdan kaçıp kendilerini can havliyle topraklarının dışına atanlar, sürülenler…
İkincisi İsrail’in yaptığı gibi varlığını kabul ettirebilmek için düşman doğuran, düşman yaratanlar…
Üçüncüsü de Nazilerin ve başka rejimlerin “meydan okuyucu” dışlama, mülteci icat etme savaşımı… Sadece Yahudiler değil, otokton kimliğe intibak edemeyen “hastalıklı ve bozuk genli” kendi “kandaş ve karındaş”larını da tarihten ve nüfustan düşürme girişimi…
Naziler bir yanıyla kendilerini “öteki” üzerinden kurarken göçebeleştirdiği-mültecileştirdiği kadarıyla kendi varlığını yüceltir, büyütür. Buna son yıllarda neoliberalizmin, küreselleşmenin, küresel şirket egemenliğinin yol verdiği çatışmaları, ulus devletleri iktisadi ve siyasi krize düşüren etkinliğini de eklemek gerekir…
Başta ABD ve Avrupa ülkeleri gibi kapitalizmin merkez ülkeleri mülteciler, yabancı düşmanlığı, göçmenler hatta İslamofobi ile kendini “yeniden anlamlandırma”, dünya sistemi kabuk değiştirirken orada yerini almayı sağlayacak gerekçeleri hazırlama, uluslararası piyasada oligopol ve pazar savaşlarında yer edinme gerekçesi sağlıyor.
Daha spesifik bakarsak “göçmenlerin Avrupa’yı işgal edecekleri” savı, artan mülteci nüfusu ve doğum oranlarına bağlı gerekçelendirilirken başta mavi kanlı Âri ırkı, Anglo-Saksonları “uyarmak”, kendilerine getirmek için Breivik ve Torrent gibi teröristler vasıtasıyla ikaz fişekleri ateşlenmişti.
Enteresan olan mülteciler üzerinden kendi “özlerine dönme” çağrısı kadar Batı medeniyetinin düşman imgesini Akdeniz’de sulara gömülen çocuklarla yahut Macar “kadın gazetecinin çelmesi”yle sağlamaya çalışması… Düşmanlaştırma dün “sömürgeleştirilen vahşileri” kendi topraklarında “uygarlaştırma” gerekçesiyle sağlanırken bugünlerde “medeniyet toprakları”nın yani kıta Avrupası ve ABD’nin mültecilerce ele geçirileceği söylentisiyle yapılıyor.
Tuhaf olan şu ki Ruanda’da da, İsrail’de de, Suriye’de de, Doğu Türkistan’da da insanları mülteci durumuna “medeniyetin kendisi” düşürüyor!
Mülteci üretme, insanları göçe zorlama kapitalist Batı medeniyetinin ön şartı; köleleştirmenin bir başka versiyonu, anlamı yollara düşenlerde arayıp kapılara dayanan “yeni tür Spartaküsler” diye tanımlamak, duvarlar inşa etmek, masum insanların üzerinden “pazarlıklar” yaparak yeni ittifaklar-oligopollere gitmek post11 Eylül doktrininin bir sonucu.
Küresel kapitalizmin yeni çalışma biçimi mülteci fikrini koyultuyor, Çin gibi küresel şirketlerin ucuz işgücü piyasası bir bakıma “göç etmeyen göçmen”ler imal eder.
Mültecilik bu anlamda sadece mekân değiştirenleri ifade etmez aynı zamanda statü, toplumsal katman ve sınıf, iktisadi kimlik de “yerli mülteciliği” besler. Çin kendi vatandaşından mülteciler imal ederken, Doğu Türkistan’da da bilfiil insanları sürgüne yollamayı, kırmayı, hapsetmeyi sürdürür.
Benzer tutumu Lenin Sovyetleri yapmıştı… Köylüleri kırma uğruna tüm kaynakları sanayileşmeye aktarmıştı. Yerli, mekân değiştirmeyen mülteciler uluslarının yükselmesi için “feda edilmişti”. Stalin tabi bunu Kafkas halklarını sürgüne göndererek gerçekleştirdi… Göçmenleştirdikleriyle siyasal alanını “arındıran” Sovyetler esasında gidenlerden çok “kalanları mültecileştirdi!”
Göçmenleri görüp haline şükreden “yerliler” öteki, düşman kategorisine düşmemek için kendi benliklerini sistemin içinde eritmek mecburiyetinde kaldı.
“Biz”i Bir Araya Getirmek İçin Mülteci
İsrail, Filistinlileri mültecileştirerek kendi yerini sağlama almaya devam ediyor. Her Filistinli evlerinin ne zaman boşaltılacağını bilememenin verdiği endişeyle yahut “İsrailli evsahipleri”nden duvarla ayrılarak “bilfiil mülteci” gibi yaşıyor zaten.
Açeliler, siyahlar, Balkanlardaki Türkler “otokton mülteci” gibi yaşamaya mahkûm edilmiştir. Buna isterseniz şehir organizasyonunda varoşları, banliyödekileri de ekleyebilirsiniz… sınıfsal, tarzı hayata dayalı, kimlik hiyerarşilerinin hepsi “otokton mülteciliği”, toplumun kendi mültecilerini anlatır.
Tabi mültecilikle yer değiştirmek mekânsal farklılıklara bağı kalmadığı gibi bir zihniyet biçiminde yaşamanın farklı versiyonu… İsrailliler başta Naziler olmak üzere Batının ötekisi ve mültecisi kimliğiyle Filistinlileri göçmenleştiriyor, sürüyor… yine başta Avrupa’dan göçenlerin kurduğu Amerika’ya, eski göçmen Amerikalılar mülteci gelmesin diye kavga veriyor.
Mesela Türkiye gibi İmparatorluk bakiyeliğinin neticesi göçmenleri kabul eden bir ülkede mülteci karşıtlığı bayrağını yine eski göçmenlerin, sürülenlerin taşıması mülteciliğin sonu gelmez bir döngü, sürekli korku, kuşaklar boyu süren bir travma olduğunu anlatır. Hem birey hem toplum bazında mülteci düşmanlarının asıl korkusunun yine mülteciye dönüşme endişesinden kaynaklanması son derece ilginç… Artık bir yerin yerlisi olsalar bile mülteci ruhu sönmüyor demek ki… Demek ki göçmenlik bitse de ruhu kuşaklar boyu varlığını sürdürüyor!
Mülteci düşmanlığı en çok otokton kimlikler için gerekli. Konformizme tutulan, gevşeyen, rehavete düşen, ayrışmaları artan, kutuplaşmaları yoğunlaşan, iktisadi sıkıntıları çoğalan, yozlaşma ve dejenerasyonu güçlenen toplumlarda, “bağları” her an, her durumda zayıflayabilen çok parçalı, çok etnikli, çok kültürlü, çıtkırıldım toplumlarda, ulus aşamasını tamamlayamayan, millet ve devlet kimliğini anlamlandıramayan yapılarda, özellikle ontolojisini etnik-kültürel temellerde kuran devletlerde mülteci bir “ihtiyaç ve zorunluluk.”
İsrail’in geleceği Filistinlilere, İslam âlemine; Amerikalılık Meksikalılara, Avrupalılık medeniyet yıkma potansiyeli bulunan barbar mültecilere bağlı.
Biz’i kurmak için ötekinin inşası-icadı-idamesi günümüzde mültecilikle sağlanıyor!
Süren otorite aslında sürülmekten, mülteci yasağı isteyen toplum esasında paylaşmaktan ve akabinde dışlanıp kendini “otokton göçmen”e dönüştürmekten, duvar inşa eden devlet iç ve dış saldırı fikrinin altında kalmaktan korkuyordur…
Duvar kuran devlet ABD gibi “istisna halleri”ni artırmak, küresel şirketlerle pazarlığı güçlendirmek, zayıflayan idealleri sıkılaştırmak ister.
Duvar inşası, sürme, mülteci nefretine yol verme bir yönüyle kendi toplumunu “zihnen mülteci kılma”, denetim, kontrol ve bağlılık esaslarının sadakate evriltilmesi politikasının bir parçası… Mülteci karşıtlığı mülteci kaygılarını yaşamaktan doğar.
Duvarı aşmak isteyenler kadar duvarın beri tarafındaki yerliler de hapistir, mülteci kaygıları yaşar, işgal korkusuyla kimliğini şekillendirir.
Türkiye’deki Suriyeliler Meselesi
Ucuz iş gücüdür hatta kölelik yapar mülteci, Afgan çobanlar olmasa hayvancılığımızın zarar göreceğini, tamircilerin Suriyeliler sayesinde kazandıklarını söylerken tüm sorunlarımızın kökeninde Suriyelilerin bulunduğunu da zikretmekten geri kalmayız.
Sanki Suriyelileri devletin beslediği, tümünün iş güç sahibi olduğu, yerlilerin ekmeğini ve hakkını çaldığı, hepsinin lüks ve konfor içinde yaşadığı, Türklerden daha güzel mekânlarda tatil yaptıkları gibi algılar ve yönlendirmeler beraberinde kişisel eksikliğini, genel kusurları bir yere yönlendirme meraklısı kitlelerce dillendirilince şiddete hazır bir atmosfer şekillendiriliyor.
Arapça tabelalardan bir araya gelmelerine, vergi vermemelerinden “kalıcı oldukları” sanısına kadar pek çok kanaat sürmeye meraklı karakterimizi yönlendiriyor, tahrik ve teşvik ediyor.
“Komünistler Moskova’ya, faşistler Almanya’ya, mollalar İran’a, başörtülüler Arabistan’a”, diyen bir siyasal alana sahibiz; herkes herkesin efendisi yahut mültecisi durumuna düşme ihtimaline sahip bu ülkede.
Dünya bir manada efendi-köle diyalektiğinde kendini konumlandırmak, var kılmak için ötekiye muhtaç öznelerin eylemleriyle şekilleniyor.
Kemalizmin erken dönemi tarih kongrelerinde kendimize “kök aramak”la geçti, geçiyor. Bu toprakların “yerlisi” olma kavgasıyla vatanlaştırma diyalektiği bir arada yürürken bizler de bir mülteci gibi “yedi düvel”e karşı kendimizi korumaya çalışıyoruz.
Mülteci demek aynı zamanda iç ve dış düşman korkusuyla bir arada yaşama manasına gelir. Mülteciler gibi olmama, vatansız kalma, harici güçlerin işgali, kimliğimizi, hatta muhafaza ve müdafaa bizi dönüştürebilir, dönüştürüyor da.
Suriyelileri “muhacir” görürken bir anda sığınmacı, göçmen hatta ekmeğimizi bölmeye kalkanlar gibi değerlendirmek toplum yapımızın epey hırpalandığını açık ediyor. Bu, millet bağının zayıflamasından iktisadi korkulara, daralan imkanlara kadar pek çok hususta tamamlanması gereken eksikleri ifade ediyor. Suriyeliler gittiğinde yahut gönderdiğimizde bağlar tekrar yerine gelir, iktisadi pay artar, konforumuz daha gelişir mi… tartışılır fakat kendini Suriyelilerden daha mülteci, daha kaygılı, daha eksiltili gördüğümüz bu sayede belirginleşiyor.
Bir çocuk parkında kaydıraklara binen muadillerini izleyen Suriyeli çocuğa yaklaşıp, “uçaklar geliyor, bombalayacaklar” diye korkutup onun alelacele kaçışını izleyip “zevklenmek” bu toprakların mayasına, bizi bu günlere getiren değerlere zıt.
Tabi kabullenmek gerekir ki Suriyeliler diye mülteci karşıtlığını bir politikaya dönüştürenler lümpenler, halkın kendisi, sıradan insanlar değil, siyasetçiler, elitler… Suriyeliler üzerinden anlam arayan, kendi siyasal alanını kurmaya çalışan kesimleri vurgulayamıyoruz aleni provokasyonu yıkıcı zihinle kotaranlardan bahsedebiliriz ancak.
Mülteci karşıtlığı çaresizlik göstergesidir, alternatif geliştiremeyen, hikaye kuramayan, çıkış yolu gösteremeyen zihnin ancak verili düşmanlıklarla varlığını kanıtlama sevdasından söz edebiliriz.
Zayıfa merhamet, müsamaha, egemenin gücünü, özgüvenini belirtir. Suriyelilerin entegrasyonundan geri gitmelerine kadar çok ciddi sıkıntılarla karşı karşıyayız; “muhacir-ensar” dili ülkemizdeki iktisadi duruma, siyasal konjonktüre bağlı biçimde “sığınmacı”ya giderek tüm meselelerin sebebi gibi görülmeye, gösterilmeye çalışılıyor.
Yıllarca çok basiretli, vakur götürdüğümüz Suriyeli mevzuunu aynı ustalıkla, ferasetle tereyağından kıl çeker gibi halletmeliyiz. Anadolu’ya gelerek burada millet olmayı başaran biz Türklerin İspanya’dan kaçan Yahudilerden Kafkaslara, Balkanlara kadar geniş bir göçmen kitlesine ev sahipliğinin ötesinde anavatan muamelesi yapmamızı unutmadan, şiddete tevessül etmeden onları buraya getiren şartlar düzelene kadar muhafaza etmeliyiz. Suriyeliler ölümden kaçanlardır, asgari şartlarda yaşamaya çalışanlar, başka mülteciler gibi “yeni bir hayata başlama”, “diaspora” kurma niyetleri bulunmaz.
Mülteci yeni bir hayata değil hayata başlayan kişidir!
Hayatın Sıfır Noktasında…
Mülteci bulunduğu toplumdaki demosa giremeyendir; “olmayan varlar”…
Mülteci nefes alsa da her an kesileceğini düşünür, karnını bir gün doyururken sonraki günleri hesap eder.
Mültecinin güven duygusu körelmiştir, her gördüğü kişiyi hem kurtarıcı hem celladı gibi algılamaya müsaittir… “arkamda devletim var” diyemez, korunak, saçakaltı ihtimallerini sürekli yoklamak zorundadır, sahipsizlikle var olur, tek amacı hayatta kalmaktır, kendini kurtarmaktan başka bir şey düşünmez, aynı gemide yol aldıkları göçmenler çok umurunda değildir, karaya ilk çıkan olmak ister…
Mülteci hayatın sıfır noktasında bulunur…
Mültecinin evveli yoktur, kökleri, tarihi, geçmişi yoktur. Mülteci ana rahminden düştüğü yerde gözlerini açmaz, “karaya ayak bastığı yer”den başlar hayata.
Oluş’u sıfırdan başlatır ama “ol”amaz, olmayı bekler, olma ihtimaline açılır. Simgesel düzene yeni girmiş gibidir, öğrendiği her şeyi mülteci sıfatından sonra unutur, kavramları, tutumları, edaları, renkleri yeniden öğrenir, yeniden anlamlandırır, siyah-beyaz bir gündelik hayatı vardır artık.
Tarihin de, ruhun da, hayatın da, başlangıçların da sıfır noktasında bulunur.
Herkesin insanlığın en eski mesleğine savcı-hakim-cellatlığa soyunması, mültecinin çok rahatça itham edilip, yargılanıp, sorgulanıp, evvelden verilen hükmünün uygulanıp biletinin de hesabının da erkenden kesilmesi normaldir. Hukuki meşruiyet kanallarına başvurulmadan kitlenin ve kalabalıkların adaleti, vicdan terazisinin yönü çerçevesinde kaderi belirlenecektir. Erki, iktisadi refahı, bireysel konforu zayıflayan toplumlarda ilkin göçmenin, sığınmacının, mültecinin bekası tehlikeye girer.
Sahipsizlik dilemması nedeniyle korunmasızdır, herkese hesap vermek durumunda kalır, sokakta sesler yükseliyorsa kendini evine hapseder; kalabalıklardan kaçar, meselelerin, insanların, ihtimallerin etrafını dolanır.
Suriyeliler Türkiye’de “pervasız görünürlük”leri ile de tepki çeker; çok konuşurlar, kamusal alanda çok belirginleşirler, iş yeri açarlar… Mesela otobüste sesleri çok çıkar, halbuki suskun ve kederli olmalılar, Türkiye’de “muhacirlik etiği”nin verdiği özgüvenle kendilerini bizim gibi görme alışkanlığını sürdürürken “havanın dağıldığı”nı farkedemeyenler olur tabi! Göçmen, sığınmacı, eksiltili, yarım olmalı, istim üstünde yaşamaya alışmalı, tedirgin, kaygılı, endişeli, korkak ama hep ezik, hep kenarda, hep esir…
Kaygılıdır, varoluşsal güvenlik çemberini kuramadığı için…
Endişelidir, gündelik hayatta evinden çıktığı gibi tekrar yuvasına girip giremeyeceğini bilemediği için…
Korkaktır, kendisinin dışında akan siyasal alandaki, harici mecralardaki gelişmelere nüfuz edemediği, pasif durma zorunluluğu nedeniyle…
Pasiflik, mülteciliğin bileşinlerindeki en yoğun maddeyi anlatır; sahipsizliğin getirdiği özgüven yitimi, irade ve bilinci keser, çünkü göçmen bir yanıyla sürüklenmek demek, kendi hür iradesiyle hareket edemez, çekilen yere mecburen gider.
Konvoyu yakala, yola düşen yüzlercesinin arasına gir, kaçakçıların insafına iman et.
Mültecinin söz hakkı olamaz, tartışamaz, haklı gerekçelerini doya doya savunamaz, zaten demostan olmadığı için reyi yok, işlevselliği, donanımı onu vatandaşlık katına çıkarır… çünkü “zincirin en zayıf halkası”dır, aranan “günah keçisi” göçmenin şahsında bulunur.
Amerikalıların kâr marjlarındaki düşüklük, Avrupalıların Çin-ABD kavgasında etkisiz kalması göçmenlerin suçudur; jiletli teller yahut Trump’ın tasarladığı duvar ABD ve Avrupa’yı “kendine getirecek-özüne döndürecek” salahiyeti ve meşruiyeti verir. Mülteci düşmanlığı yerlilerin kuraklığının, dünyaya felsefesiz, argümansız bakmanın, sonucudur; anlamını ve kendini yitiren Avrupa’nın Umberto Eco’nun dediği gibi Hristiyan aileler gibi yaşamayı öğrenmeyecek göçmenler sayesinde ayağa kalkacağı günleri beklemek medeniyetin seviyesizliğini, estetikten ve şiirden uzak bir vahşi adanmışlık içine girdiğini belli eder.
Mülteci kendi doğal hayatından uzakta yaşamaya, sentetiğe, belirlenmişe, sınırları çizilmiş olana hapsedilir. Yabancılaşacak kadar bile kendisinde bir kök kalmaz!
Evini, yurdunu en önemili rutinlerini, alışkanlıklarını unutur göçmen, “ontolojik sıfırlama” yapar.
Sahipsizlik güdüsünü yenmek için illa ki bulunduğu yerde “dayanak”lar arar; yerli veya yerel güç odaklarında meşruiyet ile referans bulur, adeta topluma, hayata akredite olur!
Mülteci mekânsız, yersiz yurtsuz, sürülen kişilerdir… Kemalistlerin çizdiği siyasal alanın dışında kalanlar, “devlet için çarpışıp” devlet tarafından 12 Eylül’de dışlananlar “otokton mülteci”lerdir.
Mültecilik bilfiil yer değiştirmek kadar zihnin bilkuvve muhasara altında kalmasıdır aynı zamanda!