Türk Siyasal Alanı’nın Temeli: Düzen

Toplumun ve devletin bir düzeni var. Türkler Anadolu’dan önceki hayatlarında, kurdukları devletlerinde belirgin bir hiyerarşi, hegemonya bulunsa da nizam fikrine İslam sonrasında kavuşmuştur. Düzen, insanın dünyayı-evreni, varlığı, kendini anlama ve anlamlandırma bütünlüğüdür; bir zihniyeti, varoluş tarzını ifade eder. Bulunduğu yapıyı, topluluğu, tüm dünyayı bir hedef etrafında manalandırma iştiyakı-bilinci ve iradesi düzen fikrini doğurur. Türkler başka toplumlara anlama-anlamlandırma temelinde yaklaşmayı İslam ile sağlayabildi. Fetih bilinci doğal durumdaki yalnız ihtiyaçlarını karşılamak için başka toplumlara üstünlük kurma güdüsünü ilahi bir amaca teşmil ederek beraberinde nizam düşüncesini de şekillendirdi.

Talanı gazaya, savaşı cihada, topluluğu millete, klan hiyerarşisini devlet düzenine İla’yı Kelimetullah hedefi getirdi.

Devlet ve nizamın sürekliliğini sağlama toplumun ontolojisini belirler. İslam, nizamın teşekkülü ve devletin devamı için meşruiyet kaynağı kadar ana-kurucu dinamik olageldi. Devletin bekası ve devamlılığı esasında milletin devamlılığıdır. İslam’dan önce bozkır ahalisi olarak bir düzen, devlet ve kimlik devamlılığı sağlayamayan Türkler, İslam ile beraber soy-boy-klanları birleştirerek millet bilinci kazanmıştır. Bu açıdan düzeni ve millet bağını kuran, devamlılığını sağlayan tek güç İslam ruhu.

 

Düzen Fikrinin Doğuşu

Anadolu’dan önce başta Selçuklular, bozkır geleneklerinin bir kısmını, özellikle siyasi teamülleri tasfiye edemediklerinden mülkün yani devletin hala Bey’in sahipliğinde tüm evlatlara üleştirilmesi geleneği yüzünden düzeni-devleti-bekayı ikame edemediler. Nizamülmülk, bir düzen kurmak, devlet merkezli nizam felsefesi için çabaladı. Devlete karşı Batıni-Haşhaşi ve gelenekleri ötekileştirerek “kendilik” bilgisi geliştirmeye çalışan Nizamülmülk, askeriye, ilmiye, iktisadi planda köklü kurumlar-gelenek ihdas etmiştir. Büyük Vezir orduyu geliştirip güçlendirirken devlet teşkilatını divan ve Saray ekseninde ilk Türk devleti Samani ve Gazneliler ekseninde şekillendirmiş, İslami umdeleri esas alarak adalet sistemi teşekkül ettirmiş, Osmanlılara da intikal ederek asırlarca hükümranlığı getiren İkta-Tımar sistemini yerleştirmiş, Sünniliği biçimlendirecek, ilmiye düzenini sağlayacak Nizamiye Medreselerini kurmuştur. Nizamülmülk ve Selçuklular ile başlayan düzen fikri, kurumlar Anadolu’ya geçerek aşama aşama kökleşir.

Nizamülmülk ve Melikşah’ın kurdukları nizam, çok yürümedi. Yeni kurulan sistem ve nizam fikri üç güçlü ötekinin, Haçlılar-Moğollar-Batınilerin etkisiyle devletin yıkılması yüzünden kökleşemedi. Fakat her şeye rağmen Anadolu Selçuklular devleti Büyük Selçukluların bu düzen fikrine bağladı. Her kamusal otoritedeki, Saray ile bunun çevresinde tebaa aşama aşama şekillenirken düzeni sağlamak devleti muhafaza etmenin gerek şartı olarak öncelik kazandı. Düzenin devlet ve milleti belirlediğinin anlaşılması ulus devletlerden yaklaşık bin yıl önceye dayanır; bu örtüşme modern ulus devletlere farklı bir tarzda intikal eder.

Selçuklularda ve Osmanlı’nın ilk döneminde beyliği hala özerklik, küçük iktidarı muhafazanın getirdiği düzen kırıcılık etkisini gösterse de İmparatorluk Osmanlısı bu dar bakışı yok ederek kişilerin, kadroların hatta toplumun üstünde bir nizam anlayışı ve kurgusunu tamamlandı. Haçlı-Batıni-Moğol tehdidi azaldıkça düzen inşası tamamlandı. Anadolu Selçuklular çetrefilli bir geçiş döneminde etkinlik gösterdi; bu dış tehlikelerle çok mücadele edip sıcak çatışmalara girdiği için düzeni geliştiremedi, Osmanlı’ya intikal ettirebilecek muhafazayı sağladı.

Türk siyasal alanında tüm klasik Ortaçağ ve öncesi milletlerinde olduğu gibi “bey-kral” başlığı altında yönetici-asil aile ile onun etrafındaki seçkinler ile ahali bulunur. Sanıldığının aksine Bey’in boyu sevk ve idaresi mutlak otorite kurma üzerine gelişmez. Gaza ile var olunan bir dönemde savaş, strateji yetisi, irfanı olan herkes elittir zaten… Bey “yeteneği, liyakatı ve çalışması” neticesi kendi kendine edindikleri güzide-seçkin vasfını taşıyanları birlik altında toplar yalnızca. Ciddi bir istişare mekanizması yerine göre “ortak akıl”a mugayir davranmaya kalkan Bey’i hizaya getirir. Bu “kendinde seçkin” siyasal alanda katı bir merkezin bulunduğu imgesi ve iddiası çok sorunlu; çünkü merkezin düzeni idame ettirmekle yükümlü bulunması özgürlüğünü kısıtlar. Zira düzen merkezin değil boyun-milletin-devletin düzeni aynı zamanda.

Düzen feodal Avrupa’daki gibi merkezin nizamı değil, ahalinin, milletin kendiliği. Merkezdekiler değiştiğinde düzen iflas etmiyor, ahali açıkta kalmıyor, en fazla bir fetret sonrası millet hayatının ürettiği emeller, ontolojik belirlemelere dayalı gelecek inşası yenileriyle devam ediyor. Yalnız yönetici elitin devamlı değişmesi, görevden almalar, hayatî bir hatayı hayatıyla ödeyenler kadar Sultanlar da kendilerinden emin değillerdir, “tahttan indirilme” psikozu en sağlıklı Sultan’ın benliğinin yarısını oluşturur. İmparatorluğun zirvesi, en güçlü Padişahı Kanuni’yi kemiren oğullarının kendisini tahttan indirme korkusuydu, Yavuz Sultan Selim merkezdekilerin baskısıyla modern dönemde olsa darbe denecek tutumla nihayet babasından “feragat”ını almayı başardı. Yeniçeriden ulemaya, kalemiye mensuplarından hanedan kadınlarına kadar merkez sadece kendi istediklerini Padişah seçtirmek için mücadele etmiyordu; düzen bozulduğunda, dejenerasyon görüldüğünde, açıkçası halktan seçkinlere kadar herkes kendi mevzi ve mevkisindeki kazanımlarını yitirdiğinde de sesleri yükseltiyordu.

Büyük Selçuklular, sadece devlet değil “evrenselleşen”, kendi koydukları kuralların, ahlakın, düzenin dünyada da talep görmesini sağlayacak, kendisi de zamanında üretilenleri devşirecek bir İmparatorluk mekanizması tesisine girişti. Bu enikonu bir Türk düzeni belirlemeye dayanıyordu, zira devletin devamı, milletin hayatiyeti bu nizamın sürekliliğine bağlıydı. Anadolu’daki Selçuklu varlığı bunu savunma, canlı tutma çabasıyla geçti. Egemenliğin birinci şartı düzeni sağlam, istikrarlı kılabilmekte. Sıradan bir devlet aygıtı hegemonya tesisini belirli bir halk üstünde gösterir ama bunu genele yayamaz. Cazip kaideler ve yasa, tercih edilen iktisadi yapı ancak “kendine özgü” düzen tesisiyle mümkün olur. Selçuklular ilk olmanın dezavantajı, Haçlı-Moğol-Şii tehditleri nedeniyle kuruculuğun ötesine geçemedi. Fakat Osmanlı Selçukludan, Memlûklardan, yer yer Bizans’tan, Venedik ve Cenevizlerden aktarılan bilgi, metodları kullanarak daha derli toplu, çok yönlü bir düzen kurdu, bunu etrafına da “empoze etti.”

Osmanlı Barışı ve nizamının özellikle gayrı Müslim toplumlarda, Balkanlarda yayılmasının nedeni adalet dairesinin, ekonomik refah ve dini özgürlüklerle beraber çok cazip ve sağlam çalışmasıydı.

 

İmparatorluk Sistemi

Osman Bey, ilk fetihleriyle beraber aldığı mevkilerde çarşı yani iktisadi düzeni, siyasi işleyişin öncesinde kurarak varoluşunu gerçekleştirdi. Tabi fethedilen yerlerde İslam dairesinin kabul edebileceği önceki işleyişler korundu, bu da nizamı cazip kılan bir başka argümandı. Kuruluş ve yükselme adeta “nizamnameler” dönemidir. En belli başlısı Fatih ve Kanuni’nin kanunnameleri.

Tımar klasik Osmanlı düzeninin temeli olduğundan Fatih evvela sistemi güçlendirecek kaidelerle, şahsî münasebetlerdeki suçlara ilişkin cezalarla, ayrıca medrese ve devletin merkezinde bürokraside liyakata dayalı kadro teşkilleri gibi ilmî-siyasî-hukukî-iktisadî düzenlemelerle nizamı güçlendirir. Fatih’in Kanunnamesi, sonraki dönemler için temel metin hususiyeti ihtiva ettiğinden referans kaynadığıdır. Kanunnameler, Osmanlı klasik düzen fikri “töre”yi esas alır; Müslüman olsun olmasın, yerel törelerin toplanıp değerlendirilerek umumi sistemin inşası sağlanır. Kanun-i Kadim, töre, teamüller, önceki Sultanların kanunları ve uygulamaları ve elbette aslen Şeriat düzenin omurgasını belirler.

Hülefa-i Raşidin devrinde teşekkül ettirilen adliye anlayışı, Abbasi, Emevi, Eyyubi, İlhanlı, Memlûk, Selçuklu idarelerince takip edilmiş, Osmanlı da bu geleneği korumuştur. Bir seferden dönüşte, askerlerin ekinleri ezdiğini, zararın tazmin edilmesini yoksa kendisini şikayet edeceğini söyleyen bir köylüye Kanuni, “peki bizi kime şikayet edeceksin” diye sorup “kanuna” cevabı aldığında düzenin işlediğini görerek memnun olmuştu. Nizamı kadroların üstünde tutan İmparatorluk mekanizması ister merkez ister çevreden olsun bunu aksatanları cezalandırmıştır. İmparatorluğun tarihi düzenin işleyişini aksatan merkez kadrodan sayısız “Paşa”nın ibretlik son hikayeleriyle dolu. Fatih Sultan Mehmet, Çandarlı gibi köklü bir gaza beyi sülalesini İstanbul’un Fethi’ni engelleme tavırlarından dolayı adeta kırmıştır. Buna mukabil Sokullulardan, Köprülülere kadar nizamı devam ettirmede sorun çıkarmayan pek çok aile etkinliğini sürdürmüştür.

Zirve döneminden sonraki duraklama ve gerileme adı verilen devirler düzeni değiştirme ya da koruma kavgasıyla geçer. 18. yüzyıl, 1699 Karlofça sonrasında layihalar ve tecdid asrıdır. Düzenin bozulduğunun farkındadır İmparatorluk idaresi. Bu dejenerasyon, “sistem içinde aksaklık” tarzının ötesinde Müslümanları ve İmparatorluğu Batı karşısında üstün tutan işleyişin-zihniyetin-nizamın aynı misyonu yerine getiremediğiyle ilgiliydi. Bu farkedilince yapılması gerekenler üzerine düşünmeye başladı İmparatorluk aklı. Klasik düzeni ıslah etmek, eskisini ihya ve çağın gerektirdikleri şekilde varolanı tecdid eğilimleri öne çıkmaya başladı. İlk denemelerden biri Lale Devri ile gerçekleşti; görünüşte şatafat, lüks karşıtlığı öne çıksa da Patrona Halil gibi “gelenekçileri” harekete geçiren eskinin, haliyle kendi düzenlerinin bitmesi ihtimaliydi. Çevre ayaklanarak merkezin düzeni rehabilite çabasını etkisiz bıraktı.

 

Merkez-Çevre Modeli İkinci Planda

Türk siyasal alanında Şerif Mardin’in üzerinde durduğu merkez-çevre ilişkileri temeli oluşturmaz, ana hedef omurgayı yani düzeni sağlam kılmaktır.

18. asırda başlayan yenileşme çabaları merkezin asıl nizamı-yapıyı korumak için araçları çalıştıran tali sistemi kaldırma girişimiydi; bakıldığında merkezin de asıl amacı binanın temellerini muhafazaydı. Fakat kendi küçük dünyalarının akışını korumak isteyen çevre, yapıyı ayakta tutan nizamın sürekliliğini sağlayacak tecdide izin vermedi. Avamın büyük sistemle ilgili fikirleri, öngörüsü ve gelecek perspektifi olmaz zaten. Avam değişimi, zamanın ruhunu algılayamaz, geleceğe ilişkin öngörüde ve kurucu etkide bulunamaz. Bu nedenle tarih boyunca da merkez-çevre arasındaki ilişki, egemen-tebaa yapısına göre işlemiştir.

Kadim dönemlerle beraber dünyada, Osmanlı’da, Cumhuriyet’te modern kapitalizmin ve Batı medeniyetinin şekillendiği evreden günümüze tebaa yani çevre, sistemi yönetmeye talib olmaz; üretilen artı değerden pay almak ister. Bu yüzden yönetici-merkez elit sadece kaynaklara çöreklenenlerden müteşekkil değil aynı zamanda düzeni kuran-işleten-kaynakları bulan-dağıtan-adalet ve güvenliği sağlayandır.

Çevredekilerin, avamın bu sorumlulukları kaldırabilecek iradesi, ruhu olmaz, bu derece yoğunluğa girmez, çevre yalnız isteyen taraftır. Gerek şehirlerde yaşayan zanaatkar, tüccar gerek göçebe veya köylüler olsun ülke idaresini ele geçirme kaygısında değildi. Merkezin çevreyle münasebetlerinde vergilerden, iskandan, asker elde etmeden kaynaklanan gerilimlere karşın İmparatorluk idaresinin tebaayı bir zul-yük-fazlalık gibi görme, ezme tutumu “düzen”e aykırıydı.

Savaşlar, 18. yüzyıldaki değişim ve Avrupa’nın yükselişi, Merkantilist, emperyalist ve kapitalist ekonomiler Osmanlı klasik düzenini bozduğu için merkezden alınan “pay”ın düşüşüne bağlı rahatsızlıklar zaman zaman Celalî İsyanlarına dönüşür. Geniş coğrafyada heterodoksiden, batıniliğe ve selefiliğe kadar farklı yönelimler taşrayı yönlendirebilmekteydi. Bu çevrenin bir tehdit görülmesi için yeterli değildir; “ele başları”n ortadan kaldırılmasıyla sorunlar çoğunlukla bitirilmişti.

İmparatorluk klasik düzeninin çevreden talepleri çok azdı, köylüyse kendisine verilen toprağı ekmesi, vergisini sorunsuz vermesi, asker talebinin karşılaması ve idareye karşı “şiddete”, “başı bozukluğa” yeltenmemesi, bunları desteklememesi… Baş, nizamın temelidir. Hiyerarşideki tüm “baş”lar, Padişah’a bağlanır. Dolayısıyla herkes Allah’ın yeryüzündeki gölgesi Sultan’ın “kulu”dur. Bu zıllullah anlayışı ve ihsan geleneği merkez elitlerle çevrede aynı oranda işler. Gayrı Müslimlerden devşirilen merkezi bürokrasinin devlete sahipliği çevredeki tebaadan, köylülerden, göçebelerden daha azdır, çünkü devşirme kul dikey hareketlilikle varolduğundan yeri geldiğinde liyakat ve ehliyet şartlarına göre Makbul / Maktul İbrahim Paşa gibi çok hızlı şekilde yükselebildiği gibi bir anda dibi görebilir de. Fakat çevre daha çok yatay geçişkenliğe tabi olduğundan statüsü bellidir.

Düzen esasında merkezdeki devşirme kullara değil tam tersine “mülkün” asli unsuru çevreye, köylülere, göçebelere, zanaatkarlara dayanır.

Dolayısıyla devşirme kul elitin düzenin devamına katkısı ve ontolojik vaziyeti çevredekilerden daha geridedir. Bu bakımdan merkezin hayat tarzına doğrudan müdahale edilirken çevrenin itikadi, kültürel yaşamına karışılmazdı; siyasal alana taşınıp “düzeni tehdit etmeye” yeltenmediği sürece.

İmparatorluk güçlü bir merkeziyet düzenine göre inşa edildi. Bu enteresan yapıda taşra, yerel sahalar vergi, asker gibi ana vazifeleri yerine getirdiği sürece son derece rahatken siyasi iddia güttüğünde, kendi özerkliklerini düşünmeye başladığında tüm şiddeti üzerine çekiyordu. Ortada bir tahsildar zulmü elbette vardı. Vergi toplayan tüm unsurların kendilerini devlet yerine koyması, oradan güç devşirme çabası Osmanlı’da da, Feodal Batı veya Despot Doğu’da da gerçekler arasındaydı.

 

Düzeni Devam Ettirmek Mülkü Muhafaza

Bozulma son dönemde arttı, merkezilik özellikle kapitalizmin ve Avrupa’nın güçlendiği 19. asırda geriledikçe, ayanlar ortaya çıktı, tahsildar zorbalığı kurtarılmış bölgelere dönüşme eğilimine girse de 2. Mahmutla yeni merkeziyetçilik kuruluşu bu dalgayı kırdı, sistemin kör topal işleyişi sürdürüldü. Celali’lerden ayanlara dek merkeze gelmek değil, yeni bir merkez kurmak, çevreyi düzenden ayırmak çabası hüsranla sonuçlandı. Öyle ki Tepedelenli Âli Paşa örneğindeki gibi Yunan unsurun ayrılmasını engelleyen bir devlet görevlisi elitin sistem içinde kendine ayrıcalıklı yer edinmesine, böylece nizamı bozmasına İmparatorluk mekanizması düzeni devam ettirmek adına gerekirse Yunanlıların kopmasını bile tercih etmişti. Bu bir bakıma devlete karşı başıbozukluğun cezalandırılması şeklinde okunmaya müsaitse de aslında Allah’a ait olan Mülkü devlet ve Padişahın idaresine dayalı nizamın sürdürülmesi çabasının sonucuydu. Aynısı Kavalalı Mehmet Ali Paşa meselesinde de yaşandı. Mısır gibi stratejik ve zengin bir toprağı sırf Kavalalı’ya özerklik vermemek, bu düzeni sürdürmek için kaybetmeyi göze alabildi İmparatorluk.

Klasik dönemde merkez ile çevre arasında iktidar çatışması yaşanmadı; mesele düzeni sürdürmekteydi. Modernleşmeyle beraber özerklikler, ulus devletlerin teşekkülü, farklı hukuk muameleleri çevrede bulunanların kendilerine ait bir iktidar alanı kurmasına yol verdi. Tanzimat öncesinden başlayan bu yönelim Avrupa’daki sözleşmeciliğin, Leviathan’a bağlı, burjuva temelinde gelişen farklı egemenlik ve hegemonya kanallarının sonucuydu.

İmparatorluk klasik döneminde daha feodal üretimin hakim olduğu yıllarda, Mülkün yani toprağın sahipliğini insanlara devretmemişti; Mülk Allah’ındır, Allah adına kul yalnızca halifelik edebilir, kiracı gibi onu kullanır, işletir, işler ama kesinlikle sahibi olamaz. Bu düzeni İmparatorluk tavizsiz sürdürdü; nice devşirme eliti ve tebaayı kırarak da olsa…

Modern kapitalizmle beraber sanayi üretimi ve tüccar faaliyetleri burjuvayı doğurduğunda da aynı “kıskanç” nizamı yaşatmaya kararlı bir İmparatorluk mekanizması vardı. Burjuvaya yol vermedi. Üretim araçlarının ister merkez elitlerden ister çevre tebaa ve ayandan insanların eline geçmesini engelledi; zira tüm üretim gücü yine Allah’ındı ve onu insanlar sahiplenemezdi. Devlet inşa eder, işletmesi için tebaaya veya “her tür kul”a kiralardı. Avrupa’daki gibi bir sanayi, ticaret burjuvası doğurmadı İmparatorluk, batacağını bile bile. Mülkü kimseyle paylaşmak, daha doğrusu Allah’ın Mülküüzerinde güç odakları, kendini insanların üstüne çıkaran çıkar grupları çıkarmak istemedi. Dolayısıyla ne merkez ne çevre farketmeksizin yalnız düzene odaklanan siyasal alanı devam ettirdi.

Tanzimat bunun iktisadi ve siyasi olanın dışında hukuki ve toplumsal yönlerini de belirginleştirdi. Osmanlı millet sistemidin esasına göre belirleniyordu; Müslüman millet, gayrı müslim milletler, münhasıran Ermeni cemaati siyasal alanı teşkil ediyordu. Gayrı Müslimlerin kendi inançlarını ve kültürlerini yaşamaları cizyelerini tam vermelerine, sorun çıkarmamalarına bağlıydı fakat siyasi yapıya dahil olamıyorlardı. Tazimat bu somut ve ontolojik durumu değiştirdi. Artık “gavura gavur denmeyeceği”, uluslararası platformda cari ekonomik-hukuki kaideler nedeniyle İmparatorluğa Batı sistemi sert bir giriş yaptığından gayrı müslimler ile beraber hukukları da siyasi sahayı doldurmaya başladı. Fransız İhtilali sonrası milliyetçiliğin imparatorlukları tehdidiyle beraber unsurlar merkezden ayrılmaya yöneldi; gayrı Müslimler yanında Müslümanlar da siyasal alanda söz söylemeye başladı. Haliyle ulus devletler çağına İmparatorluk eski demografi ve siyasal sistemiyle giriyordu. Bu da ister istemez yeni bir nizam ve onu getirmek isteyenlerle eskiyi devam ettirme taraflılarını doğurdu. Tanzimat Paşaları Mustafa Reşit, Ali ve Fuat Paşalar Müslümanları medeniyete kavuşturacak isimler gibi değerlendiriliyordu.

Cumhuriyetin öncüsü Tanzimat İmparatorluk içinde şunları belirginleştirdi:

  1. Müslim-gayrı Müslim dikotomisine dayalı millet sisteminin iflasını.
  2. İslam hukuku temelindeki İmparatorluk hukukunun Batılı kanunlar tarafından delinmesini.
  3. Merkezdeki elitlerin sistem üzerinden ayrışmasını: Batılı yeni sistemi, medeniyeti getirmek isteyenlerle buna karşı çıkanlardan oluşan ikili yapı 2020’lerde dahi çok dinç ve etkin biçimde devam ediyor.
  4. İmparatorluğu bir arada tutan güç, egemenlik ve değerler ortadan kalkmış; onun yerine devleti oluşturan unsurlar teker teker siyasallaşmıştı. Daha önce devasa toprakları bir arada tutan anasır, kültür ve değerler artık onun parçalanması için gerekçe oluşturuyordu.

Tanzimat sistemi fiilen parçalanmakta olan yapının bu parçalarının iktisadi-hukuki-siyasi açılardan meşruiyetini belirginleştiriyordu. Tanzimat ikilikler yönetimi demektir. Her alanda eski-yeni, geleneksel-modern, İslami-laik, de facto-de jure ayrımları keskinleşti. Düzen bu manada yerleşti de… Avrupa değerlerini, hukukunu, ticaretini öne çeken yeni sistem yeni elitler de ortaya çıkarmaya başladı.

Yeni Osmanlılar bir taraftan Batıya giderek eğitim görseler de aslında yeni elitler içinde yer almıyordu; Şeriat’ı yani İmparatorluğun dayandığı esasları talep ettikleri için. Bu açıdan merkez-çevre eğitim, liyakat, zenginlik, aristokrasi veya burjuvaya dayanmaz. Tanzimat’ın dikotomik düzenine Batı çok güçlü destek verdi. Kemalizme, darbelere kadar uzanan bu Tanzimat nizamını sürdürme farklı şekillerde devam etti.

 

Cumhuriyet, Yeni Düzen, Yeni Elitler

Cumhuriyet bozulan, dağılan, yok olan bir Osmanlı düzeninin üzerine yeni bir düzen inşası getirdi. İmparatorluğun devamı için çabalayan kadrolar İstiklal Harbi’ni verdikten sonra ulus devlet temelinde bir İslam devleti inşa ettiler. 1921 Anayasasının ikinci maddesi “devletin dini, din-i İslam’dır” maddesini içerir. Fakat 1924 sonrasında Takrir-i Sükûn Kanunu ile başlayan süreçte İslam’a, bu ülkenin Nomosu’na, İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgasına mugayir inkılaplar gelmeye başladı, 1928’de Anayasa’dan devletin dini İslam’dır maddesi çıkarıldıktan sonra yepyeni, laik-seküler Batı medeniyetine yatkın bir nizam inşa edildi. Burada Osmanlı’dan tevarüs eden seçkinlerin çok azı siyasal alanda yer bulabildi.

Cumhuriyet sistem içi merkez-çevre mücadelesi yanında ve ondan daha çok sistemi değiştirme üzerine yoğunlaştı. Klasik Selçuklu ve Osmanlı’da İslam düşüncesi yani Şeriat eksenli bir nizam kurma, kurduktan sonra onu yaşatma çabası varken Tanzimat’tan sonra Avrupa’yı güçlendiren değer ve sahaların devlete ne derece girip yerleşeceği önem kazandı. Cumhuriyet ise tamamıyla Batı medeniyetine, laik anlayışa göre kurulan düzenin yaşatılması, onun karşısında duran İslamcılık, sosyalizm gibi alternatiflerin ise yok edilmesine dayalı etkinlik gösterdi. Her ne surette olursa olsun 1924 sonrası kurulan statükonun devam etmesi gerekiyordu. Cumhuriyet idaresi bunun için tamamıyla ihsan edilmiş payelerle varolabilenlerden bir merkez-elit kurdu. Bünyesinde Fevzi Çakmak, Ahmet Hamdi Akseki gibi vasıflı, ehliyetli ve İmparatorluk mekanizmasından gelenlerin bulunduğu bu merkezde İmparatorluğun en zayıf döneminde bile alt kadrolara giremeyecekler ağırlığı teşkil ediyordu.

Mesele 1924 sonrası kurulan düzenin devamından ibaret olduğu için verili merkeze karşı bu işleyişe tehdit sayılan herkes çevreye itildi. Görünürdeki merkez-çevre “kavga”sına karşı aslında yeni nizamı yerleştirme, kökleştirme savaşı verilir. “Genç yaratmak”, inkılapları topluma yaymak, dil devrimi gibi tüm bireyleri dönüştüren uygulamalar sistemi sağlamlaştırmaya matuftur. Burada önemli kırılmalardan biri Birinci ve İkinci Grupların ayrışması.

İstiklal Harbi’nin verilip yeni devletin İslam devleti şeklinde kurulmasını sağlayan eşraf, dindar orta sınıf, İkinci Grup, 1924 sonrasında tasfiye edildiler. Demokratların, Milli Görüş’ün “devletin gerçek sahibi-halkın kendisi olan” bu kesimler Men-i Müskirat Kanunu çıkarmış devleti İmparatorluğun devamı şeklinde kodlamış ve faaliyet göstermişti. Batıcı-laik 1924 Statükosu iktidarı tamamıyla devraldıktan sonra İkinci Grup’u çevreye itmiştir, düzeni değiştirdikten sonra. Böylece mesele yer ve kadro kavgasından çok devletin renginin, nizamın neye göre şekilleneceğine gelmiştir. İslami-eski düzenin mekanı İstanbul, yeni laik nizamın yeri “yeni Ankara” şeklinde kodlandığından eski düzenin devamını isteyen herkes, İstanbul dahi, bir biçimde taşra, yeni laik sistemi benimseyenler ise odakta, sahip sayılmıştır. Taşra, dindarlar, köylüler, eşraf jandarma dipçiğiyle, tepeden “adam edilecek”, “medenileştirilecek”, asrileştirilecek barbarlar gibi görülmüştür.

 

Toprak Kayıpları, Bölücülük, Beka Korkusu

Tanzimat ve toprak kayıplarıyla başlayıp Cumhuriyete devredilen esas korkulardan birisi de devletin bekasının sağlanmasıdır.

İmparatorluğu oluşturan farklı coğrafya ve etnik yapıların bağımsızlıklarını kazanması, toprak kayıpları, elde bir tek Anadolu’nun kalması, Sevr sonrası işgal ile beraber onun da tehlikeye düşmesi, İngilizlerin Orta Asya’ya geri yollama tehditleri siyasal alanın birinci ve en güçlü hassasiyeti, amacı olmuştur.

Düzeni koruma ile devletin sınırlarını koruma örtüşür.

İmparatorluk’ta da Cumhuriyet’te de devletin devamlılığı, zafiyete uğramaması, toprak kaybetmemesi endişesi düzeni devam ettirme ile örtüştürülür. Tanzimat burada bir kırılma yaratır esasında; yeni Batı sistemine entegrasyonu sağlayarak varolanın muhafaza edilebileceği savunulurken 1924 sonrası yeni statükonun güçlendirilmesiyle bölünme, parçalanma, işgalin engellenebileceği fikri egemen hale gelir. Beka kaygısı nedeniyle tüm ideolojiler, aidiyetler ikinci plana atılır.

Özellikle İmparatorluğun zayıfladığı, ayanların bir sosyo-ekonomik gerçeklikten siyasal güce dönüştüğü evrede İmparatorluk mekanizması bu tür güçlü her kişi, grup, cemaate, tarikata, sınıfa “olağan şüpheli” yaklaşılır. Devletin gücünün zayıfladığı, yeni olanın yerleştiği ortamda merkeziyetçilik de güçten düştüğü için II. Mahmut ile başlayan bir merkeziyetçi dalga gelişmeye başladı. Açıkçası İmparatorluğun ulus devletleşme sürecinin başlangıcı da bu “gavur Padişah”ın icraatlarıydı. 20. yüzyılın başlarında Prens Sabahaddin’in adem-i merkeziyet fikri esasında taşradaki pek çok nüfuzlu kişi ve eşraf tarafından da savunuluyordu.

Kapitalizmin ülke topraklarında farklı biçimlerde kendini göstermesi, orta sınıfın teşekkülü, yeni sektörler iktisat merkezli hayat beraberinde siyasi özerklikleri de kalgıttı. İttihat Terakki idaresi merkeziyetçiliği yeniden tahkim eden politikalar geliştirdi; onu takiben Cumhuriyet çok daha sert tedbirler geliştirdi. Merkezi tutan verili elit memurlar, ülke genelindeki eşraf, orta sınıf varlıklıların nüfuz alanlarını sürekli bastırdı. Demokrat Parti biraz da toprak sahiplerinden, zanaatkarlardan, esnaftan, tüccardan oluşan orta sınıf-dindar-eşrafın iktidarı olarak temayüz eder.

Çatışma sadece merkezi tutan memurlarla çevredeki bu varlıklı ve nüfuzlu çevre arasındaki iktidar çatışması değil merkeziyetçi-serbestiyetçi düzen arayışıyla bağlantılı.

Merkeziyetçiliği baskı olarak görüp uygulamayı seçen Batıcı elit, etnik, kimlik, mezhep siyaseti yapanlarla dindarları da aynı kategoriye yerleştirdiğinden bariz tepkilerle karşılaşmak hatta çatışmak içten değil. Menderes, Demirel, Erbakan, Özal ve Tayyip Erdoğan siyasetindeki tabanın önemli kısmı merkeziyeti fiili hegemonya gören laik merkezin uygulamalarına tepki geliştirenlerden oluşur.

Tepki merkeziyetçiliğe değil devlet gücünü zihniyet inşası için kullanmayadır.

Neoliberalizm 2008’e kadar küresel şirketler, yersiz yurtsuzluk, merkezkaç güçler üzerinden siyasal alan inşa etmiş, Türkiye de bu furyadan nasibini almıştı. Merkezkaçtaki pek çok kesimin siyasal alandaki etkinliği üst düzeye çıkmış, Türkiye’nin devlet yapısıyla rejimin karakterini bir arada hırpalamaya koyulmuştu. Kültürlerin siyasallaşması, merkezdeki elitlerin iktidarını bitirme ihtimali, çevreyi kenetlemiş, düzene ciddi bir huruç gerçekleşmişti. 2008 ekonomik krizinden sonra dünyada ekonomiyle beraber siyasi yönelimler de farklılaştı. Çevrenin gözde unsurları yeniden tehdit görülürken Batı demokrasileri de yabancı, İslam düşmanlığı, salgın, ekonomik kriz, savaş ve enerji sıkıntısı gibi nedenlerle güçlü-merkeziyetçi devlet idealine yöneldi. 2013 ile başlayan 2020 sonrasında kesinleşen bu aşamada başta Türkiye olmak üzere toplumlar merkeziyetçiliği, istisna halini, güvenliği önemsemeye, merkezkaçtaki kültürelliğin siyasallaşmasına daha çok tehdit nazarıyla bakmayı seçti. Pek çok siyasi görüş teklifi gelse, siyasal alanda temsil edilse de nihayetinde II. Mahmut ile başlayıp Cumhuriyet ile yeniden tanımlanıp farklı aşamalardan geçen merkeziyetçi düzen, “çevredekilerin merkezi tutması”na rağmen tahkim edildi. Haliyle kadro, merkez-çevre çatışmasından çok nizamın sürekliliği temel amaç olarak güncellendi.

 

İttifaklar, Dünya Siyaseti, İdeolojiler

Yeri geldiğinde yeni ittifaklar nedeniyle ülkelerin kimliklerine bağlı yeni ideolojilere yol verilmesi devlet mekanizmamızın pragmatizmiyle alakalı. Rus, İngiliz, Kavalalı tehlikeleri ittifakla beraber yepyeni ideolojileri, siyaseti ortaya çıkarmıştır.

Ruslar’ın İstanbul’a kadar dayanması, İngiliz ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın yardımını gerektirmişti. Birinci Dünya Savaşı’na giden yolda İngilizlerin ittifak istememesi nedeniyle Alman etkisi açıkça ülkeye girdi. İkinci Dünya Savaşı esnasında da yine Alman etkisi çok net ortaya çıktı. Bıyıklar değişti, selamlar yenilendi, ulusçu akımlar güçlendi. Fakat Almanların mağlubiyetiyle bu sefer ABD’ye selam göndermek için Turancılar, ulusçular gözetime, hapse, kovuşturmaya tabi tutuldu. Bir anda kesif bir Türkçü-milliyetçi siyasadan anti faşist demokrasi söylemine geçiş yaşandı. Mesele de bu zaten, bu siyasi yönelimler esnasında tercih edilen isimler merkezi teşkil etmediler, aksine kamusal alanda yer bulsa da konjonktürel kaldılar. Sonradan kendileriyle ilgili cadı avı başladığında yapıldığı gibi hiçbir zaman merkez-çevre çatışmasının öznesi olmamışlardı. Sistem esas olduğundan onu işleten elit, yer yer, dönem dönem bu tür araçlara “haddinden fazla” yetki ve özgüven vermişti.

Türkiye’de devletin ve düzenin devamlılığının ötesinde bir ideoloji, söylem moda olsa da devlet mekanizmasına etki edecek tarzda güçlenemez.

Aynen sosyalizm de olduğu gibi… Ruslar daha önceki savaşlara mukabil İstiklal Harbi’nde Türkiye’ye yardımda bulunmuştu. Bunun karşılığında da Türkiye de komünist faaliyetlerin rahatça yürütülebilmesine “göz yummuştu.” 2. Paylaşım Savaşı’nda Ruslar Kars ve Ardahan’ı talep edince bu sefer sosyalizme, komünizme karşıtlık geliştirildi. Anti komünizm sol dışında her kesimin devlete yaklaşmasını da sağladı. Devlet mekanizması ve anti komünist duyarlıktaki çevre örtüştü. Komünizme Karşı Mücadele Derneği gibi oluşumlar çok rahat etkinlik gösterdi. Soğuk Savaş uç verirken hem dünya sistemi, ABD demokrasisi hem Kemalist statüko İslam’ı mihver alarak karşıtlık oluşturur. Haliyle araçsallaştırılan din yorumu, kamusal görünürlük kazansa da belirleyici olamaz. Bu açıdan İslam’ın güçlenmesi, dini uygulamaların serbestleşmesi, dindarların belli konumlara gelmesi merkezin tahkimini değil tam tersi düzenin devamı için payandaların kurulması mahiyetinde.

Anti komünizm de aynı şekilde bir ideolojik söylemden ziyade liberal dünya sistemine uyumlu Türkiye’deki nizamın varoluşsal öteki’si işlevi görür. Buna Hilafetin kaldırılmasını ve Menderes tarafından yeniden gündeme getirilmesini de eklemek mümkün. Menderes ABD dünya sisteminin bu derece baskınlığı karşısında iktidarını devam ettirmek için Rusya ile ittifak ve Hilafet “kartı”nı kullanmış fakat belirlenmiş düzenin bozulmasına yol verecek eylemlerini hayata geçirememiştir. Zaman zaman siyasi ve fikri hayatta sol, İslamcılık, milliyetçilik öne çıkar, sindirilir, geri plana itilir ama hiçbir zaman aslî unsur olabilecek etkinliğe kavuşmaz. Velev ki sol, milliyetçi ya da İslamcı kadrolaşmanın ağırlığı artsa bile köklü yönelimlere gidilmez. 12 Eylül’de solun karşısında milliyetçilerin de onlarla aynı muameleye maruz kalması, nizamın devamı için ideolojilerin, bireylerin, hissiyatların sadece araç görülmesiyle bağlantılı. Buna 1960’larda güçlenen solu da eklemek gerekir…

27 Mayıs’ın akabinde sosyalizmin dünyayla beraber Türkiye’de de geliştiği fikrinin arka planında 2. Dünya Savaşı’nın etkilerinden, liberalizmin yükselmesine, gençlik hareketlerine pek çok etki bulunur. Esasında bu evrensel yönelimler yanında aslen devletin girdiği beka kaygısının, toprağı ve nizamı koruma çabasının da bariz tesiri var. Kıbrıs olaylarının başladığı dönemlerde Türkiye’nin Kıbrıs politikasına, harekatı önlemeye karşı ABD Başkanı Johnson’ın mektubu ile başlayan süreç de “solun önünü açmıştır.” Dolayısıyla sol talepler sahici biçimde savunulsa bile bu “rüzgâr” biraz da devletin ABD’ye karşı solu serbest bırakma “kozu”yla ilgili. Mesele ne sosyalizmin tezlerinin geçerli kılınması, ne onun karşısındaki İslamcı-milliyetçi tepkilerin bir merkez inşasında kullanılması… Siyasi konjonktürde düzenin devamı ve beka korkusunun bir versiyonunu izale etmek. Zaten aynen bir tahterevalli gibi yükselen bir ideolojiyi dengeleme stratejisinin gereği 1970’lerde komünizmin etkinliğini kırmak için İslamcı siyaset, gruplar hatta radikalizm bile belli bir ivme kazanmıştır.

Devletin, topraklarının bölünmez bütünlüğünü ve bekasını garantiye aldığı varsayılan laik düzenin korunması şartıyla çevredeki ideolojiler, fikirler, kadrolar bir düzeyi geçmemek kaydıyla güçlenmesine müsaade edilmiştir.

Enteresan bir tezatla Cumhuriyet idarecileri “dış güçler”in, 7 Düvel’in ülkenin topraklarını parçalama girişimlerinin ancak Batı düzenini ikame ile savuşturulabileceğini savunur.

Cumhuriyet dönemindeki merkez-çevre kavgası tam da bu ince çizgide belirginleşir; devleti elinde tutanların Batı sistemiyle ülkeyi çıkmaza soktuğunu, beka sorunu yarattığını savunan çevre, farklı yapılar ve Müslüman kütleye karşı merkezi tutan Kemalist elit ise beka korkusunu “eski”nin, Osmanlı düzeninin, geleneksel İslam düşüncesinin tetiklediği tezine yaslanır. Böylece Cumhuriyet dönemindeki sistem kavgasıyla merkez-çevre çatışması örtüşür.

Merkezi eline geçiren Batının desteklediği “bir avuç” ülkeye yabancı “seçkin” devletin düzenini, aslî sahiplerini görmezden gelerek tasfiye etmişlerdir. “Devlet bizim yönetenler değil” fikri aynı zamanda devletin İslam olarak mukayyetliğini baştan kabullenmiştir.

Kadrolarla birlikte nizamın da kendiliğinden değişeceğini savunan çevre yönetime gelse de hala iktidar olamadıklarını dile getirerek 1924 Statükosu’nun Batılı düzeninin etkinliğini öne sürer.

1924 Statükosu düzeni kesin biçimde “laiklik-İslam” karşıtlığı temelinde kurmuştur.

Bu nizam kadrolarla ilgili merkez-çevre görünümü verse dahi esasında “Batmamak için Batılılaşmak” anlayışı çerçevesinde, laiklikten, Hilafetin etkisizliğinden, İslam’ın özellikle hukuk ve eğitim sahasında geçersiz kılınmasından taviz vermez. Öyle ki ister seçilmiş elitler ister çevreden gelenler olsun herhangi bir paradigma değişimine müsaade etmeden yoluna devam eder.

Cumhuriyet dönemindeki bu düzen laikliği esas aldığı kadar enternasyonalizme, etnik ayrıma, mezheplerin-tarikatların siyasallaşmasına da mesafeli hatta “tehdit”nazarıyla bakar.

Ulusçu kimliğindeki seküler-laik dozu milliyetçilikle telafi etse, Türk ve Türkçülüğü öne çekse de Turancılığı “izlemeye” alır.

Yaşayan İslam’ı, mukaddesatçı-maneviyatçı dini yönelimleri desteklese de Hilafete, İttihad-ı İslam’a, İslam’ın hukuk-eğitim ve iktisat iddialarına “ayrılıkçı, dış güç oyunu” muamelesi yapar.

Kerim devlet başlığında sosyal devlet ilkelerini, insanların devlet ve toplumla dayanışmasını desteklese de sosyalizme, enternasyonal komünist yönelimlere imhacı bakış geliştirir. Etnik, mezhep kimliklerin kültürelliklerine sempatiyle yaklaşsa dahi siyasal iddiaya dönüşmesine müsaade etmez. Özellikle İslam’a dönük muhalefet uygulamaları ve paradigmasında aynı kararlılık devam eder, Tek Parti’de çıkarılan tüm koruyucu yasalar aynen varlığını sürdürür.

Yerleşik kanıların aksine bizde devlet ontolojik kutsal değil. Dünyadaki tüm bireyler ve milletler gibi şahsî ontolojik emniyetini sağlayacak, asgari ve temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir çatı arayışından ibaret. Bir Müslümanın buna ayriyeten Tevhid’i ikame edecek bir hayatı yaşama, siyasal alanı inşa etme yükümlülüğü de bulunuyor. Biz Türklerde bu iki haslet örtüştüğü halde Tanzimat ile başlayıp Kemalist Cumhuriyet ile devam eden siyasi zeminde kendiliğimizi inkar ederek bireysel ve topluluk hedeflerimizi laik Batı düzeninde kalma üzerine sabit kıldık. 200 yıldır bu tercihin ve yöntemin milli hayatımıza hiçbir değer ve maddi refah sunmadığını bilmemize rağmen sadece nefes alabilme adına katlanmayı sürdürüyoruz.  

Sorun merkezdekilerin de çevredekilerin de bize özgü bir düzen üzerine düşünmeyip sinizmin, kötüyü bildiği halde onu yaşatmayı seçmenin konforuna fazlasıyla rıza göstermesinde!