Türkiye’nin, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı başladı. Dünyada devletin ve milletin nomosuyla, bizatihi kendisiyle rejimi arasında farkların bulunduğu, dahası bunların taban tabana zıt geliştiği Türkiye haricinde başka hiçbir ülke yoktur muhtemelen. Türkiye’nin ikinci yüzyılına TBMM’nin açıldığı tarihte girmiştik… Cumhuriyet’in ikinci asrına Hilafetin kaldırılmasıyla başlayan yeni statükonun kurulduğu 2024 ile giriyoruz aslında! Konjonktürel, defacto bakımdan ise Türkiye’nin ikinci asrını Ayasofya’nın açılmasıyla başlatmak gerekir.
Bu derece çok kritik tarihin bulunduğu Türkiye’de Tanzimat ile başlayan İslam-laiklik ayrışmasının açtığı derin yaraların pek çok kesimi kalgıtmasının menfi sonuçlarını yaşıyoruz. Her kesim kendine göre bir başlangıç tarihi ve efsanesi icat edebilir, ediyor da… Bu açıdan sadece kök değil aynı zamanda devlet aygıtına rengini veren kadrolar da, değerler de farklılıklar arz edebilir. Bu karmaşa kargaşaya varan bir çeşitlilik arz ediyor; iyiye, doğruya, hakikate götüren bir çeşitlilikten ziyade ülkeyi kağşatacak, kodlarını bozacak, bileşenlerini ayrıştıracak bir çözünme emaresinden bahsediyoruz bir bakıma. Bu ortamda, siyasal çoklukların, mensubiyet farklılıkların düşmanlığı güçlendirdiği atmosferde mesele ikinci yüzyılı inşa, tasarlamaktır.
Herkesin kafasında bir Türkiye fikri bulunuyor mu… sorgulanır. Kimisi yeni yüzyılı Kemalist statükonun ilkeleriyle donatmak ister, tarihi ve geleceği dondurma teklifinde bulunurken kimisi banal ve ahlaken düşük sentezleri öneriyor. Bu teşevvüş zihnin, siyasalın ortasında ikinci asrı kuracak yegane kaynak İstiklal Marşı… Türkiye’nin bu bakımdan modern dönemdeki ana referansı, kökü, tözüdür İstiklal Marşı.
Yeni Dünya Sisteminde Türkiye
Yeni bir dünya sistemi şekilleniyor.
11 Eylül Statükosu ile başlayan “çöküş” Avrupa’da entegrasyonların sona ermesiyle gelişirken 2008 ekonomik krizi, göçmen-yabancı-İslam düşmanlığı, işgal ve ilhaklar, Ticaret Savaşları, Çin’in denkleme girmesi, salgın, Rusya-Ukrayna Savaşı ve en son Gazze katliamlarıyla sürmektedir. Radikal liberalizmin ve demokrasilerin inkırazı, Habermas’ın İsrail desteğiyle müzakereci demokratlığın soykırımcı demokratlığa evrilmesi, güçlü devletlere duyulan ihtiyacın artışına postküreselleşme, çokkutuplu siyasallık, alternatif pazar arayışları, enerji savaşları ve temiz enerji ideolojisiyle eski doktrin “belirsizlik” aşamasından yavaş yavaş yeni bir dünya düzeninin şekillenmesine doğru yol alıyor.
Neoliberal siyasallık, çokkültürlülük, çoğulculuk, postmodern hakikat felsefesi yerini tekilliklere, monopollere, özdeşliklere bırakıyor. İktisadi kapitalizmin ve neoliberalizmin devam ettiği, küresel burjuvanın çok daha aktif ve şeditleştiği ortamda Türkiye’nin imkanları, dejure vasıfları geçen yüzyıldaki pasiflikleri yok edecek boyutta gelişiyor. Üstelik uluslararası sistemde büyük siyasi yarıklar, Avrupa’nın gerilemesi, AB projesinin çöküşü, doğu-batı arasındaki çatışmaların çok kutupluluk arayışlarına sevki, ABD İmparatorluğunun gücünü korusa bile bunu sürdürecek devlet mekanizması ve kadro yapısındaki müthiş düşüş, Türkiye’nin manevra sahasını ve ihtimallerini artırmakta. Gelişmiş ülkeler milenyum öncesine göre zayıfken gelişmekte olan ülkeler daha güçlü, daha pervasız ve atak. Buna en güçlü zamanlarında bile klasik Batı ülkelerinin seviyelerini yakalayamayan Rusya, Hind ve Çin’i de eklemeli. Türkiye ve İslam hariç hiçbir ülke, din, zihin dünyası kapitalist dünya sisteminin çarklarını kıracak bir teklifte bulunamıyor!
İmparatorluğu yıkan İngiliz dünya sistemi çok güçlüydü. Siyasi yapılara doğrudan tesir eden, direkt emperyalizm uygulayan İngilizler dünyadaki küfür gücünü yok edecek unsurların hepsinin boynunu vurdu, omurgasını kırdı. Hilafet bunun en başında geliyordu. Müslümanların zihnî, iradî, kalbî merkezini yok eden İngiliz aklı, hem Müslümanların birlikte hareket edebilme hem Türklerin öne düşme aracını böylece yok etti. İnkılaplar bu zafiyeti çöküşe götürecek siyasallığı kurdu, güçlendir.
ABD dünya sistemi ise demokrasi ve protestanlığın genel karakterine bağlı olarak denetimli serbestliği, laikliğin mutlaklığını, dinin görece ritüeller ve simgeler bağlamındaki serbestiyetini getirdi. Türkiye’nin dünya sistemine intibakını 27 Mayıs ile doktrine ettikten sonra akabindeki her müdahaleyle ülkeyi 27 Mayıs şartlarına kilitledi. Soğuk Savaş ABD İmparatorluğunu mutlaklaştırmadı aksine gerilemenin başlangıcı kıldı. Tek kutupluluk, kapitalizmin kendi iç çelişkileri, üretim-dağıtım ve sermaye temerküzündeki akışın değişmesi, Çin’in iktisadi Rusya’nın siyasi ve militarist yoldan güçlenmesi ABD’yi tekillikten çıkardı.
Ayasofya’nın açılışına giden konjonktürde ise Türkiye en başta “kendi olma şartları ve şuuru”nu kazanarak bu dağınık, kopuk ve zayıf küresel siyasetteki yarıkları, denge ve pazarlıkçı diplomasiyle, yer yer askeri yoldan kullanmayı, yer yer kendi lehine çevirmeyi başardı. Böylece Libya’dan Karabağ’a etkin Türk kimliği Türkiye’nin yeni yüzyılında yeni bir mutabakat, yeni bir devlet, yeni bir yol haritasıyla temayüz etme bilincine de kavuştu. İşte bu ortamda yeni yüzyılı kuracak mensubiyet bağı ne olmalı… temel soru ve mesele, aslında çatışma burada düğümleniyor.
Kemalizm Türkiye’yi Taşımayı Başaramadı
Yüz yıllık bilanço Kemalizmin Türkiye için yol olmadığını, referans teşkil edemeyeceğini, devlet ve millet bağını geliştiremeyeceğini, Türkiye’nin beka sorunu ile aslî büyüklüğünü yeniden şekillendiremeyeceğini ortaya koydu.
Tanzimat ile birbirini tolere edemeyen iki çatışma kendini göstermişti. Türkiye ya laiklikle yani Kemalizmle ya İslam ile hayatiyetini devam ettirecekti. 200 yıllık buhran, felç hali, yer yer bitkisel hayata geçiş krizleri laiklik ve Kemalizmin sürekli “beka sorunu” çıkarmasına neden oldu. Kemalistler Türkiye’nin maddi kalkınmasını, alt yapısını kurmayı başaramadıkları gibi üst yapısını, kültürünü, millet bütünlüğünü de devam ettiremedi. Aksine zaten toplumda var olan etnik, dini, mezhebî, siyasi fay hatlarına tarz-ı hayat üzerinden yenilerini eklediler. Toplumu kutuplaştırdıkları gibi, milli birliği bozdular, devletin en çok ihtiyacı olan İmparatorluk ideolojisini, temel kaynaklarımızı, millet bağını yok ettiler. Vesayet, darbeler, Batıcı elit eliyle çatışmalar ve sindirmelerle dünya sistemine entegre bir ülke ortaya koydular.
Bu tabloda Kemalizmin Türkiye’yi taşıyacak, ileriye götürecek, beka sorununu çözecek kabiliyeti, içeriği, usulleri yok, aksine kötü sicili Türkiye’ye yeni yükler yükleyecek boyutta.
İstiklal Marşı’nın Kurucu Vasfı
Türkiye’yi geleceğe sevk edecek, büyütecek, güçlendirecek, Müslüman benliğini kapitalist dünya sisteminin üstüne yerleştirecek doneler, ruh İstiklal Marşı’nda bulunuyor.
İstiklal Marşı İstiklal Harbi’ni verdi, devleti kurdu ama 1924 Statükosu ile rafa kaldırıldı. Türkiye’nin kurucu ideolojisi İstiklal Marşı birinci yüzyılı şekillendiremedi. Türkiye’yi bir İslam devleti olarak belirginleştiren, 1921 Anayasasını yapan, devleti inşa eden İstiklal Marşı, Hilafetin kaldırılmasıyla boşa çıkarken bu evrede temel kaynaklarımız, tarihi birikimimiz hatta Türk kavramı bile aslî olana mugayir şekillendirildi.
İmparatorluğu İslam devleti hüviyetinde ulus devlet formuna intibak ettiren, uyarlayan, geçişi sağ salim gerçekleştiren İstiklal Marşı yeni siyasal alandan, devlet mekanizmasından hatta milletin benliğinden tard edildi. Bestesiyle gündeme gelen, zaman zaman alternatifi aranan, içeriği hiç gündeme getirilmeyen İstiklal Marşı’nın 12 Eylül sonrası Anayasaya girse bile etkili biçimde ele alınması, konuşulması 1990 ve 2000’lerden sonradır.
Mehmet Akif’in kaleme aldığı ama milletin, tarihin, İslam ruhunun yazdığı İstiklal Marşı aynı zamanda 1071 sonrası oluşan Nomos’un devamı. 1071-1921 sürekliliğini İslam-Türk-ehli sünnet-gaza ve İslami düzen esasları üzerinden kuran bu toprakların ruhu, İstiklal Marşı ile çağcıl bir form ile temayüz etmiştir. Hem mutabakatı hem tözü belirleyen Marş, “korkma” ile başlayarak aslında Allah’ın vaadini, bu toprakların bekasının Allah’ın korumasında olduğunu ifade eder. Millet, ocak, yıldız gibi temel kavramlar bu nomosun göstergelerini oluştururken, bekayı da belli şartlara bağlar. Kendinden emindir İstiklal Marşı… İstiklal’in garanti olduğunu söylese de özgürlüğü “Hakk’a tapma”ya endeksler, bu da Kemalizmin niçin sürekli beka sorunu açtığını izah eder bir bakımdan. Hakk’tan yüz çevirmek devamlı istiklal korkusu yaşatır çünkü.
İstiklal Marşı Türkiye’nin Nomosu’nun, İmparatorluk ideolojisinin, Türk ruhunun genel ontolojik yapısını da ortaya koyar. Çünkü Türklerin İslam ile şekillendirdiği amaç varoluşsal mazeretini de gösterir. İla’yı Kelimetullah gibi evrenselci, sadece bölgesini değil tüm dünyayı hedefleyen erek aynı zamanda bir düzen fikrini de beraberinde getirir. Nizam-ı Âlem, yine bölgesinin dışında tüm yeryüzünü düzenlemeye, nizam vermeye yönelik ideolojik bir söylemi anlatır.
Haliyle İstiklal Marşı’ndaki “yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım” dizesi Kemalizmin “yurtta sulh cihanda sulh” doktrinini nakzeder. Açıkçası Kemalizm Türklerin ve Marşın hedeflediği bu iki ideolojik, ontolojik tözü yok sayarak, yok ederek statükosunu kurmuştur. İkinci asır bu özü, ideolojik söylemi yeniden gün ışığına çıkarmakla “Türk kendiliği”ni belirginleştirebilir ancak. Tabi İstiklal Marşı yol ve usul yanında bir öteki de gösterir. Türkün, Müslümanın ötekisi “tek dişi kalmış” çelikten mürekkep modernizmi, kapitalizmi şekillendiren Batı medeniyetidir. Çok bariz bir Hak/Batıl karşıtlığı üzerinde kendilik inşasını ortaya koyan Marş, münasebeti ve varoluş metodunu da büyük oranda Cihada, gazaya bağlar. Rahatlıkla bulunulan şartlar için geçerli olduğu söylenebilir Cihadın. Oysa İstiklal Marşı varoluşun sürekliliğine ilintileyerek mücadelenin de devamlılığını belirginleştirir. Batı ve İslam varoldukları sürece birbirlerinin ötekisi, hayat alanlarını daraltan unsuru olarak sürekli tehlike arz eder.
Dolayısıyla İstiklal Marşı’nın kendisi gibi, temas ve işaret ettiği, üzerinde durduğu hiçbir nitelik, kavram da tarihsel değil aksine dinamik, canlı, sürekli günceldir.
İstiklal Marşı’nın temel hususiyetlerinin başında, millet bağını ve mutabakatını, müştereklerini göstermek, korumak bakımından millet-i hakime kavramını esas alması, onu da Müslümanlar olarak belirlemesi gelir. Irk kelimesi geçse de metinde esasında Akif’in de Marşın da ruhunda her daim millet ve ümmet yer alır. Buradaki Türk kavramı zaten ümmeti de kapsayan üst siyasi kimliği işaretler, dolayısıyla Kemalistler Türk’ün bu vasfını göz önüne alarak kelimeyi içeriksizleştirmek, sekülerleştirmek için sonraki yıllarda İslam öncesine giderler. İslamsız Türklük oksimoronu üreten Kemalizm Hilafetin kaldırılmasının bir sonucu olarak Türkiye’yi tarihi bağlarından ayırmak bir tarafa kendi ontolojik ideolojisinden, amaçlarından da uzaklaştırmayı belli bir süre başarır.
Müslüman Millet-i Hakime bir yaşam biçimi, yaşama stili öngördüğü için toplum hayatı, gündelik yaşam ile siyasi hedefler Kemalist dönüşümde iç içe gelişir. İstiklal Marşı çok net bir yaşam felsefesi geliştirmiş, küfür ile arasına birleşemez sınırlar yerleştirmiştir. Özellikle 1980 sonrası görülen liberal eğilimlerdeki gibi toplumsuz ve devletsiz, zayıflatılmış devlet ve toplum öngörenlerin de Schmittyen güçlü devlet peşindekilerin de karşısında yerini alır Marş. Sağlıklı bir millet hayatı ve iradesinden bahsedilir Marş’ta. Müslüman ve Türk birey de, toplum da, devlet ile aynı önemdedir. Faşizmlerin ve Batının aksine millete çok daha fazla yer, güç ve rol verir. İstiklal Marşı ülkenin bileşenlerini ayırmaz, ayrıştırmaz, birini ötekilerin üstüne çıkarıp güç atfetmez. Aksine İslam ortak paydası etrafında birleştirir. Bu açıdan Marş, tam manasıyla bugün de ihtiyaç duyulan siyasallığı, müşterekliği sağlar. Aynı kaderi paylaşanların aynı geleceği kurması Marşta kendini çok bariz hissettirir.
Yeni Dönem, Yeni Anayasa ve İstiklal Marşı
1921 Anayasası temel amaç olarak Şeriat’ın uygulanmasını belirlerken yedi yıl sonraki anayasadan İslam çıkarılmıştır. Bu radikal dönüşüm aynı zamanda İstiklal Marşı’nın ruhunun ölmesi, Türkiye’nin kökleriyle beraber iddialarını toprağa gömmesi manasına gelir.
Hilafetin kaldırılması ile İstiklal Marşı’nın sadece formel boyuta indirgenmesi arasında fark bulunmaz. Çünkü Marş da Akif de Anadolu merkezli söylem geliştirse bile vatan ve millet olarak tüm ümmet havzasını eksenine alır.
Ümmet millettendir, Türkiye İslam coğrafyasındandır. Bu da Hilafete içkinliğin neticesidir.
Hilafet esasında bu anlamda Kemalistlerce kaldırılmamış, Halife hal edilmiştir. 431 Sayılı Kanunun 1. Maddesi şöyledir: “Halife hal edilmiştir. Hilafet, Hükûmet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.” Buna göre Hilafet tüm boyutuyla aslî bakımdan devlete içkindir, bu kendisinde ontolojiktir, rolünü oynayıp oynamaması ise devrevîdir. Haliyle Türkiye’nin İslamiliği hatta İslam devleti niteliği devam eder. Hükümetler laiklik ilkesi bahanesiyle devletin bu niteliğini kullanmama yönünde tercihte bulunmuş, özünü açığa çıkarmışlardır.
Türkiye’nin bu yeni yüzyılında, Ayasofya’yı açan irade beyanı devletin bu misyonunu İstiklal Marşı ruhuna uygun biçimde yerine getirmekle mükelleftir. Yeni anayasa tartışmalarının sık sık yapıldığı bu konjonktürde devlet aklının eklektizmlere varmadan bu gerçekler ışığında Marşın söylemini devlet mekanizmasında belirginleştirmesi gerekir. Bu, Anayasa talebi de aslına bakılırsa “nasıl bir Türkiye” istediğimizle alakalı.
Kemalistlerin, 27 Mayısçıların, 12 Martçıların, 12 Eylül ve 28 Şubatçıların kafalarındaki Türkiye fotoğrafı nettir. Kalkınan, büyüyen, kökleri üzerinden yükselen bir ülkeden çok laik, Batıcı değerlerle donanmış, İslam dışı kamusal alanı yeniden kurmak fikrindedir vesayetçiler. Bu konuda tavizsizdirler de… Buna mukabil yeni Anayasa talebini dile getirenlerin bütünüyle İstiklal Marşı merkezli bir ülke isteyip istemedikleri, bunun gereğini yerine getirme azmi içinde olup olmadıkları da net değil. Öncelikle meselenin sentez ve uzlaşmalarla çözülecek tarafının olmadığını en azından Tek Parti kafasındaki laik Kemalistlerden takip etmek, öğrenmek gerekir. İstiklal Marşı’nı Anayasaya alan darbeciler Marşın idealize ettiği tasarımı bastırmayı da başarmışlardır. Kemalistlerin bu tecrübeleri tersinden Türkiye’nin ikinci yüzyılını kuracaklar için referans teşkil edebilir.
Ayasofya’yı açan bir irade olarak tüm geri dönüşlerin önüne İstiklal Marşı’nı mihver alarak geçebiliriz. Türkiye’nin ilk yüzyılı laik statükocular eliyle ziyan edildi. İkinci yüzyılı 1924 Statükosu için 1921 ruhunu feda etmenin bedelinin büyüklüğünü farkedenlerin eliyle inşa edilebilir. Bu ruh, bu bilinç en az İstiklal Marşı kadar değerlidir.