İki İslamcı aynı dönemde birbirinin tam zıddı tavırlar sergiledi: II. Abdülhamit kadınların eğitim görmesinden çalışma hayatına girmesine kadar pek çok alanda modernleşme adımları atarken kamusal alanı alabildiğine genişletti. Babanzade Ahmet Naim Efendi ise Darülfünun’da kız-erkek karışık eğitime karşı çıkıyordu.

“Kadın meselesi”, örtünme Meşrutiyet döneminden bugüne Batılılaşma tartışmalarının merkezinde yer aldı; eni konu kadın mevzuu modernleşme hareketlerinin en bariz göstergesiydi. Cumhuriyet idaresi “Batılılaşmaya bağlılığı”nı kadın modernleşmesi üzerinden ispatlamak için Avrupa’ya bile öncülük eden inkılaplar yaptı… Oryantalistlerin de, Cumhuriyet elitlerinin de en büyük tutamağı, İslam’ı değersizleştirme argümanı “dört kadınla evlenme” meselesiydi.

Modernleşme hareketleri veya ona cevap veren gelenekselci çevreler “aile” etrafında arayışa düşmedi, bu yönüyle modernizm genişleme araçlarından biri olarak kadını çok etkili kullandı. Kadın ile erkeği iki farklı kutba yerleştirerek birbirine “hasım”laştırdı. Böylece kadın-erkek çatışmalı kamusallığın, kadının kendini daha çok öne çıkarma girişiminin siyasal alana taşınmasıyla sosyolojik yapıyı, toplum önceliklerini, birey beklentilerini değiştirdi; fakat hiçbir zaman kadınların kamusal alana çıkmasının “aileyi dinamitlediği”ne dair net kanıtlar oluşmadı. Tam tersine Türkiye’de liberalizmin güçlenmesine, tüketim ve pop kültürünün devreye girmesine, alım gücünün dalgalanmasına, “ihtiyaçların çeşitlenmesi”ne bağlı beklentiler aileyi etkiledi.

Ailenin tükendiği kanaatleri sadece boşanmaların artışına dayanıyor.

 

Aile Hukukun Konusu Değil!

Boşanmaları zorlaştırmakla “aile birliği”nin sağlanacağına dair karşılıksız bir algı da var. Gelenekseli sürdürmek isteyen kesimlerin aile anlayışıyla feministlerinki tarih dışı olduğu kadar, topluma, zamana, zemine ve gelecek kurgusuna hayli uzak. Son on yılda aile, kadın konularında yapılan yorumların hemen tamamı “aile bağı” kurmaya yönelik değil kavga daha çok boşanma üzerinden yine feministlerin çok severek takip ettikleri gibi boşanan çiftlerin, erkek ve kadın haklarının çerçevesini çizmek, kadına verilen katmerli pozitif ayrımcılıklarla, özellikle “kadın beyanının esas alınması” ile “boşanmaların kolaylaştırılması” üzerinden hukuki belirlemeler etrafında gelişiyor.

Halbuki aile hukukun değil toplumun, kültürün, müştereklerin, değerler ve anlam alanının konusu!

“Aile bağı”nı kuracak değerler dizgesini ve anlamı hukuk vermez ama korur.

Anlam varlığın imkana kavuşmasıdır, bireye ve aileye varlık sahasında bulunma imkanları sunmamak yahut daraltmak anlam kaybına o da çözülmeye, anomiye sebep olur.

Aileyi yasalar değil, kültür korur, değerler alanı ihata eder, anlam gelecek umudu sağlar. İslami olan hem değerler dizgesi hem anlam arayışında hala en büyük kaynak, geleneksel-yerel kültürleri devredışı bırakıp İslami umdeleri öne çekerek “aile bağı” inşa edebilecek kültürü yenileyebiliriz.

Bugünkü tartışmalarda aileyi korumaktan ziyade boşanma üzerinden kişilik haklarını ele alma öne çıkıyor, zaten çöken ailenin bireylerinin hakkını konuşmak başka aile bağını ihdas edecek değerler alanını tartışmak başka…

Buradaki sorun belki günümüz feminizminin başarısından kaynaklı, intikam gibi kanun çıkarma, yönlendirme gayretinde… Bir şekilde fiziki, sözel şiddet diye nitelenen erkek varlığına karşı hıncını alamamış kadın benliğinin hukuku faaliyete geçirmesi söz konusu.

Halbuki aileye anlam kazandıracak bir kültürel atmosferden bugün uzağız. Özellikle küresel kültür, etkileşimli Batı medeniyeti değerleri Uzak Doğu’dan Afrika’ya kadar etkinliğini sürdürdüğü için bireyin ve ailenin beklentilerini değiştirdi; ulus devletler Küresel Medeniyetin yükselttiği çıtanın kendi vatandaşı tarafından hem takip edilmesini sağlayıp hem ona eriştiremezse sadece aile değil birey, toplum, millet bağı da çözülür. Aile çöktü kaygılarının arkasında yeni değer yargılarının, kültürün, ekopolitiğin zuhur ettirdiği aile düzeni var.

Çöken aile değil, geleneksel aile şablonlarımız, kurgularımız… Çöken aile ve toplum değil öncelikler listesi…

Beklentilerini ve ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir toplum düzeni ve aile kurgusu kendi döneminde mutlaka kurulur, geçiş evrelerindeki ekstremler genele teşmil edilemeyecek sapmalardır. Sapmaları ortalamayı belirlemez ama bireyleri ve toplumları belli bir dönem için çürütür, dejenere eder, istikametinden çıkarır fakat kendisi yabancılaşır, marjinalleşir. Aynen feminizm gibi…

 

Türkiye’nin Nomosu’na Feminist Saldırı

Şunu kabul etmek gerekir ki, neoliberalizmle beraber siyasal alana saçılan feminizm, lbgti, çevrecilik, etnik hareketlilik, heterodoksiye övgü yerleşik ulus devlet yapılarını gevşetmeye, bizde ise İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgasından oluşan “Türkiye’nin nomosu”nu kırmaya yöneliktir.

Sol liberalizm küresel kültürle birlikte bilhassa nesil, inanç birliğini, millet bağını zedelemeye çalışıyor; “unisex”, mesela son yıllarda imam hatip talebelerinde bile görülen erkeklerin saçlarının bir perçemini sarıya boyatma tarzı “cinsiyetsizlik” fikrini oturtacak yönelimlere sahip.

Cinsiyetçilik yapılıyor yaygaralarının bir yanında bu unisex çabası bulunuyor. Türkiye’de feminizmin çok tesirli olmadığına yönelik kanaatler getirilebilir fakat özellikle kamusal alan deneyimi, mahrem ve iffet üzerinden sosyal medya paylaşımı, mekan kullanımı pratikleri “erkek-kadın alanları”nı ayıran bariyerin, duvarın, settin yıkıldığını da gösteriyor…

Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’de yine nomosa mugayir sahalarda “baraj kapakları” açılmış!

Bu biraz da muhafazakar, dindar, İslamcı kesimlerdeki feminist söylemin, “Batı feminizmi”ni bile aşacak, liberal yahut Marksist feministlerin ötesinde “radikal feminizme” bile ulaşan tezlerin rahatlıkla savunulmasından ileri geliyor. Sadece kadın – erkek eşitliği değil kadın meselesini iktidar-erk üzerinden tartışma da otokton feministlerin ötesinde dindarların da gündemine yerleşti.

80’lerin ortasından itibaren Türkiye’de İslamcılığın yükselmesi, dindarların kamusal alana yerleşme çabaları en çok kültür, en çok “kadın” üzerinden okundu, tartışıldı. Başörtüsü, tesettür, giyim tarzları modernleşmeye, neoliberalizmin anlam haritasına göre çok hızlı değişti, dönüştü. Beraberinde iktidar gelince özgüvene bağlı olarak feminizm-lerde yeni boyutlar da ortaya çıkmaya başladı. Batı feminizmini geride bırakan süreçler yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor.

Serbest cinsellikten zinaya, ifşadan mahremiyetin ve namus kavramlarının küçümsenmesine kadar genel bir feminist yaklaşım sesini yükseltti. Tabi “erkek şiddeti”, “töre cinayetleri” ile feminizmin eli gittikçe kuvvetlendi, medyada görünürlüğü yükseldi, tezlerini daha iyi savunabildi. Kadın erkek ilişkilerini aile temelinden alıp bireysel yetkeye yükselten, birbirlerine iktidar kurmaya evrilten yaklaşım Türkiye’de en güçlü dönemini yaşıyor.

Kadınların dışarı çıkması, çalışması, keyf endüstrisinin içinde yer alması gibi konular Türkiye için geride kaldı. Kadın ve erkeğin görevleri gibi tasnifler bile feminist zihinle beraber genel ortamda küçümsenmeye başladı.

 

Partner, Unisex Birey, Otoritesiz Aile!

Mevzu erkek ise otomatikman “şiddet” kavramı devreye girdi; sadece fiziki müdahaleler değil istekler, sözler bile tahammül edilemez bir üstünlük biçiminde yorumlanıp “erkek şiddeti”nin içine yerleştirildi.

Çocuklarından su isteyen babanın, “herkes eşit, kendin de alabilirsin baba” cevabını alması “aile reisi” kavramının küçümsenip dışlanmasıyla ilgili… İlkokul hayat bilgisi dersinde, “ailede kararların ortak alınması” temasının yanında “aile reisliği”nin bulunmaması eklenince bir biçimde kadın-erkek eşitlenmiş oldu!

Bu sefer kimlikler ailenin üstüne çıktı elbette; kadınlık anneliğin önüne geçtiği gibi medyada sıklıkla haberleştirildiği gibi “ailesiz anne”liğin mümkünlüğü meşruiyet kanalları içine sızdı. Artık “sperm bankaları”yla anne olmaktan, doğumu anne dışına taşımaya, ailenin kadın için en büyük tehdit haline geldiği savlarından çocuğun ve karşı cinsle cinselliğin köleleştirdiği yaklaşımlarına kadar Türkiye’nin Nomosu’nu bozmaya yönelik sapmalar, kamusal alanda konuşulmaya başlandı.

Tamam, dünyada erkeklerin kurduğu hiyerarşileri, yazılan tarihleri, edebiyatları, siyaset biçimlerini yıkmak bir hedef haline gelebilir fakat ana baba kavramlarıyla konuşmayı da geçtik, erkek ve kadın kelimeleri bile yerleşik kültürde değerini yitiriyor; onun yerine dolaşıma “partner” girdi bile!

Partner kavramı feministlerin eleştirdiği kişiliksizliğin, gayrı insaniliğin en büyük göstergesi; hem karakteri, kadın veya erkek kimliğiyle eylemde bulunma irade gösterme tavrını yok sayıyor hem şahısları ve elbette özneleri sadece “cinselliği”yle ele alıyor.

Partrnerin karşı cinslerden oluşması zorunluluğu da yok… yerleşik kültürde artık lbgti sapkınlığını meşrulaştırmak ve normalleştirmek biraz da “partner” gibi unisex kavramlarla sağlanıyor. Haliyle ortada kişiliksizleştirme, öznesizleştirme ile beraber alenen “düşman kültleri” belirleme var; Batılı feminizmden bile daha ileri fantastik gerçekliklerle, söylemlerle karşılaşabiliyoruz, “erkek mutlak kötü” sözü gibi…

Türkiye’de kadın-erkek meseleleri aile bütünlüğü içinde ele alınmadığı için fıtrata da zaman zaman temas ediliyor; kabul etmek gerekir ki kadınların güvenlik arayışı ve analık güdüsü olmasa aile bağı çok daha çabuk kopar. Fakat son günlerde boşanmaların artması, boşanmaların kolaylaştırıldığı, kadın beyanının esas alınması, nafaka mevzuları üzerinden aile çöküyor vurgusu gelenekçi söylenceleri koyultuyor.

Sahiden aile ve haklar üzerinde durulsa erken evlilik nedeniyle hapiste yatanların eşlerinin ve çocuklarının feryatları duyulur!

Sorun çözmekten çok slogan atmaya ayarlı fikir hayatında, çökme, yıkılma, bitme-tükenme edebiyatı prim yaptığından aforizmalarla beslenen sloganlar taraftar sayısını artırabilir. Bu mürekkep libidosu, görünme hazzına yaklaştığında gerçekler gözlerden kaçırılıyor elbette…

 

Geniş Aile İdeal Model mi?

Günümüzde dindar feminizmin karşısına yerleşen çevreler bize günümüze uygun bir aile teklifiyle gelmiyor; klasik feodal geniş aileyi idealize ediyorlar. “Boşanmanın kolaylaştırılması” eleştirilerinin arka planında kendi yerli, yerel, gayrı İslami kültürleri, gelenekleri var. Modernleşme tarihimizde “gelenekçi tutumu”yla ön plana çıkan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi Kadınla İlgili Görüşüm kitabında İslami olan ile olmayanı çok net ayırır:

“İslâm, nikahı meşrulaştırdığı gibi boşanmayı da meşrulaştırmıştır. Ancak İslâm ülkesinde, boşanmayı imkansız kılan yeni bir geleneğin yerleşmesi ve aynı zamanda Müslüman erkeğin eşinin de buna karşı çıkmasıyla, sonuna dek o eşiyle beraber yaşamak zorunda bırakılır. Evinden çıkınca da içli ahlarla gözleri başkalarının kadınları üzerinde gezinir, belki de zina eder ve onun günahına katlanır da, eşini boşamanın utancına katlanamaz.”

İslam düşüncesinin en bariz sorunlarının başında kendi kurduğumuz ve menşeini İslami umdelere sağlam yaslayamayan gelenekleri mutlaklaştırmak geliyor.

Kadın meselesinde feminist tezleri koyultan zaman zaman vulgar yaklaşımlar sergileyen hatta “maço feministler”le bir araya da gelebilen çevrelere karşı öneriler biraz da geleneksel “geniş aile.”

Feodal dönemin ürünü, birkaç ailenin aynı çatı altında onlarca çocuk ve kadınla bulunmasından oluşan geniş aile modeli, mecburi komünallik muhtemelen geçmişte de pek matah değildi!

İktisadi koşullar nedeniyle bir arada bulunma zorunluluğu, “ev açma” maliyeti bu düzeni sistemleştirmişti.

Çocukların isimlerini bile zar zor bilen, yanına yaklaşılması, konuşulması, sevgisini hissedilmesi çok da kolay olmayan, mesafeli, sert mizaç takınma rolü yapmaya gayret eden baba ve dede ile işten güçten çocuklarının sosyalleşmesine, eğitimine bizatihi katılamayan anne çatkısıyla geniş ailenin ne kadar aile vasfı taşıdığı tartışılır!

Abla ve abilerin daha kendileri bile yeterli hayat tecrübesi edinmeden, eğitim almadan, ninelerle birlikte kendinden sonra gelen kardeşleri yetiştirmesine dayalı sistemdeki kazanımları düşünmek bile gereksiz!

Bireyin en çok ihtiyacı olan “kendini özel-biricik hissetme” ihtiyacını geniş, geleneksel ailede ne kadar edinebildiğini sormak gerekir.

Halbuki günümüzün “çalışan aileleri” çocuklarına bu hisleri ve imkanları yeterince sağlayabiliyor; asgari ücret alan bir baba bile çocuklarıyla vakit geçirip, müşterek faaliyetlerde bulunup, en güzel eğitimi alması için gayret sarfediyor.

Kurslara, seminerlere, spor ve müzik etkinliklerine, ekstra eğitimlere imkan bulabilen orta sınıf zaten aile kavramını günümüzde çok daha ciddi manada yaşatabiliyor. Herkesin elinde cep telefonuyla oturduğu, iletişim sorunu çeken yahut ayrı odalarda yaşayan aile portreleri gerçek, tabi ki sıkıntılı ama bu bizim aileye bakışımızla da ilgili…

Ne derece mükemmel bir aile perspektifimiz var yahut aile mekanik bir düzen mi ittihaz ettiriyor ki, bireylerden işleyişine kadar kusursuzluk arayışına sahibiz…

Buna sanki bireyler aileden kaçıyor imgesini de ulayabiliriz… Ekonomik şartlar sebebiyle evlenme sorunu çok bariz, geç evlenmenin nedenlerinin başında kadınların “evdeki tamlık” arayışı var.

İnsanların bugün “kapitalist çalışma şartları” nedeniyle bırakın aile kurmaktan kaçmayı, aileye, sıcaklığa, samimiyete, “bağ”lar inşa etmeye daha çok ihtiyaç hissettiğini eklemeliyiz…

AVM’lerde ve günümüzün neoliberal yeni sınıflarında, prekaryada ağır çalışma şartları, gündüz 10.00 ile gece 22.00 arasındaki mesai nedeniyle bireyler arasındaki mesafeler artsa da bu tam tersine bağları zedelemiyor daha da kuvvetlendiriyor. Vakitteki mesafe bağlardaki arayı tamire yarıyor!

Klasik geniş ailede özellikle yüceltilen çocukların dede-ninelerle bir arada bulunması olgusu bugün de bir biçimde yerini koruyor; çalışan aileler mümkün olduğunca kendi ebeveynlerine yakın yerlerde oturuyor, çocukları da büyük oranda anne babaları değil dede-nineleri büyütüyor.

 

Boşanmaların Sebebi

Geleneksel ailede özellikle kadınlar eşlerinin ailesiyle de “ev”lenmiş olurlardı.

Kadınlar ilkin belli bir aşamaya geldikten sonra kocalarıyla “aile olmak” için, kendilerine ait eve taşınmak için can atar, fırsat kollarlardı.

Sonrasında özgürlük arayışları çoğaldı, geniş aileden kendi çekirdek ailesine geçme kavgasını başaranlar kamusala açılmayı, çalışmayı, kendini ispatlamayı da özgürlük isteğiyle birlikte gördü. Bunun devamında bugün yakınılan boşanmaların artışı eleştirilerine eşlik eden “tek ebeveynli çocuk” fenomenini doğuran yeni özgürlük arayışları var.

Boşanmaların nedenlerini sorgularken Mustafa Sabri Efendi’nin de vurguladığı gibi boşanmayı engelleyen geleneksellik dururken özellikle neoliberalizmle bu “prangalar” kırılmış oldu. İster sekülerlik densin ister kutsalın yahut dinin geri çekilmesi bir biçimde modernleşmeye bağlı geleneksel hiyerarşilerin yıkılması süreci hızlandırdı. Buna neoliberal refah, tüketim ve pop kültürünü dahası postmodernizmi ekleyebilirsiniz…

Hakikatin çokluğu ve çoğulluğu, mutlak hakikat arayışının tükenmesi, hakikatin her yerde bulunabileceği, değer üretme mekanizmalarının kimsenin tekeline girmeyeceği, kesinliklerin ihmal edilebileceği, otoritelerin sorgulanabileceği hele ki klasik otorite anlayışlarının hırpalanabileceği ve elbette merkezsizlik fikrini kuvvetlendiren “çoklu merkezler” kuramı… Küreselleşmenin eşlik ettiği çok kutupluluk, küresel kültüre eklemlenme konformizmi de bireylerin kendi iradelerini öne çıkarma ve tahammülsüzlük katsayılarını artırdı.

Kadınların dışarıda çalıştıktan sonra eve gelip bir de evde çalışması, erkeklerin yardım etmemesi bu tahammülsüzlüğü katlıyor. Bizde sadakatsizlikten çok tahammülsüzlük nedenli boşanmalar yaygın… Bu, iktisadi refahın orta sınıfı genişletip kentli ve modern insan beklentilerini artırmasına paralel erkeklerin aynı oranda ev işlerine katılmamasından zuhur ediyor.

Hem okuyan, eğitimli, çalışan, fiziki düzgün eş arayıp, çok çocuk isteyip hem de evde feodal hiyerarşi oluşturma tutumundaki erkek oranı az değil, boşanmalardaki “kentli oranı” da büyük miktarda bu kesimlerden geliyor.

Yeterli iktisadi refaha kavuşamamayı da sebepler arasına yerleştirmeli…

Paranın güç, gücün iktidar kurma, özgürlük doğurması irtibatı koparınca eşler arasındaki bağ ve müşterek hareket etme tutumunu zayıflatıp yok ediyor. Tabi kentli – eğitimli – çalışan kadın portresi kariyeri öne çeker; çocuk aile için sarsılmaz bağ iken kariyer devreye girince “ayak bağı”na dönüşür. Geç evlenmeler kadar geç yaşta çocuk edinmek de günümüz ailesinin problemlerinden. Kadının veya erkeğin özü gibi tanımlamalar, yüklemeler bizim beklentilerimizi, doğal olarak hayal kırıklıklarımızı artırıyor.

 

Tüm Yük Ailenin Üzerinde!

Aileye çok fazla misyon yüklemiyor muyuz?

Aile kutuplaşmaların, çatışmaların, kavgaların, toplumsal şizofrenilerin çözümü ve çimentosu görüldüğü gibi bireyin sosyalleşmesinin, gelişmesinin, eğitiminin, kültürünün menşei addedilir.

Şefkati, merhameti, değerleri, güveni, samimiyeti, kaygısızlığı, korkulardan eminliği ailede ediniriz.

Neslin devamı, aklın korunması, örf aktarımı, dini öğrenme, geleneği sürdürme, sorun çözme yetisi, sevgi pıtırcığı olma, saygılı davranma yine aile kurumuna yükleniyor.

Bu medya çağında, iletişim ve ulaşım imkanlarına bağlı çok kaynaktan beslenme ihtimalinin bulunduğu günümüzde aileye gereğinden ve gücünden fazla anlam yükleniyor, görev veriliyor. Terbiye vazifesini yerine getirebilecek kadar donanımlı bireyler bulunmadığı gibi teknolojinin, görselliğin hükmünü yürüttüğü evrende kontrol mekanizmasını bihakkın yerine getirmek de neredeyse imkansız.

Ailenin koruma ve kollama vazifesini her daim aksattığını tabi ki belirtmek gerekir, bugünün ailesi kadar geçmişteki geniş aile de evlatlarını sağ-sol çatışmasından, teröre katılmaktan, FETÖ gibi yapılara intisab etmekten alıkoyamadı!

Aile bir anlamda hukuk demek; akit, doğum, emzirme, mukavele üzerine kuruludur İslam’da evlilik hukuku… buna manevi bağı da ekleyelim, nikah bağı, sadakat, sevgi, saygı, hürmet… meşruiyetleri hukuk üzerinden yerine getirirken manevi açıkların verilmesi normal, eğer bireylerden ve aileden yazılımı mükemmel bir robot beklemiyorsak!

Günümüz insanı farklı kanallar nedeniyle hazza, doyuma, tutkuya, tatmine çok açık, buna sıkıya gelememeyi, fedakarlık ve dayanışma gibi kavramlardaki diğerkamlık boyutunun çekildiğini de katabiliriz.

Aile en çok ev, en çok “sıcak yuva”dır.

Güvenlik, iktisadi huzur ve varoluşsal eman ailenin mümeyyiz vasfını oluşturur. Yurt-yuva, din ü devlet gibi terkipten oluşur, aileyi hukuk değil bu açıdan kültür, değerler dizgesi, anlam kurtarır.

Burada devletin tabi ki etkisi var, nikahsız yaşama, zinanın normalliği, tek gecelik birliktelikler, saatlik evler, evliliğin kutsiyetinin küçümsenmesi, “benim bedenim benim kararım” dilinin hakimiyeti kamuda, medyada yaygınlaştığı sürece aile çökmese bile mahiyet değiştirir.

Kamu gücünün aileyi anlamlandıracak imkanları güçlendirmesi başta gelen sorumluluklardan.

Feminist söyleme öykünen bilhassa dindarların da “suhuleti” yanında bize komünal geniş aileyi salık verenlerin, “kocanın evine gelinlikle girilir kefenle çıkılır” anlayışını terk etmesi gerek, bu toprakların insanı karındaşı söz konusu olunca en çok “sahipsiz mi zannettin” sözünü kullanır.

Tabi feministler “sahiplenmeyi” erkek egemenliği görse de bir tarafıyla arzular!

Toplumun tüm meseleler için ayna vazifesi görme gibi bir hususiyeti var. Bugün en çok dostluğun, arkadaşlığın, kardeşliğin tükendiğinden, sıla-i rahim yapılmadığından, komşuluğun iflas ettiğinden, karşılıksız iyiliğin tükendiğinden yakınıyoruz. Aile tam da bu değerlerin ortasında yer alır, neoliberal benliğin kuvvetli yankısı anlamı da değeri de aşındırıyor, bu süreç muhtemelen seyrelecek.

Vefayı her alanda kazandıkça aileyi de güçlendiririz!

22.07.2019

Önceki İçerikEminem – Stronger Than I Was
Sonraki İçerikMülteci Yaratarak Var Olmak
Ercan Yıldırım
Ercan Yıldırım 1977 Ankara - Kızılcahamam doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladı. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Coğrafya Bölümü mezunu. Bir süre gazetecilik yaptı. Yazıları başta Dergâh, İtibar, Umran ve Cins olmak üzere çeşitli dergilerde, Yeni Şafak ve Star Gazetesi Açık Görüş’te yayımlandı. Çağdaş Türk ve İslam Düşüncesi, İslamcılık, Türk Siyasi Hayatı, İdeolojiler üzerine çalışmalarına devam ediyor. Eserleri: Modern Türkün Hikâyesi (Elips Yayınları - 2011) Edebiyatta Türkün Düşüncesi (Elips Yayınları - 2012) Türk Düşüncesinde İslam (Hece Yayınları - 2013) Anadolu'da İslam Ruhu (Dergâh Yayınları - 2014) Zamanın Ruhuna Karşı (Profil Yayınları - 2014) Neoliberal İslamcılık (Pınar Yayınları – 2016; Türkiye Yazarlar Birliği 2016 Fikir Ödülü) İslamcılığın İki Kurucusu (Pınar Yayınları – 2016) Cendere-Gezi’den 16 Nisan’a, Düşünceden Siyasete (Pınar Yayınları – 2017) Kültür Cephesinden Kültür Savaşlarına Türkiye’nin Yeni Kültürü (Pınar Yayınları – 2018; Eskader 2018 Düşünce Ödülü) Yayıma Hazırlama: Şairin Devriye Nöbeti Serisi (İsmet Özel’in gazete yazıları / 12 kitap)

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz.