Tarihi Pazara Çıkarmak

Tarihin geleceğimizi şekillendirmesi gerektiğini söylerken tarih yapanların pazara düşmesini kastetmemiştik. 

Orta sınıf muhafazakarların haftasonu gezmelerine katık olan tarihi yerler, türbeler devasa bir tarih yıkımını da beraberinde getiriyor aslında. İnsanların severek, sahiplenerek, bağrına basarak tarihini gömmesi gerçeğiyleyiz şu günlerde. İnsanlar boş vakitlerinde gidip gezebilecekleri tarihi destinasyonlar arıyorlar, aç bir şekilde. Bakıp hayran kaldıkları tarihi evlerde yaşamak isteyenini görmedim. Otantik bir cumbalı Türk evini yıkıp yeniden yaparak “halkın hizmetine sunan”ların o ev tipini günümüz şartlarına uyarlayıp inşa etmek isteyenine de rastlamadım. Aksine bu tarihi dokuyu ihale edenlerin, pazarlayanların da oraları gezenlerin de bir an önce rezidans ve sitelerine kaçmak istediklerine şahit oluyoruz. 

Enteresan bir biçimde milletimiz tarihini, eski yaşam şartlarını, kültürünü, Türk evini, eşyaları hatta kendilerini vareden yokluk içinde kazanılan şanlı savaşları yaşadıkları kapitalist kültürü kutsamak, şükretmek için kullanıyor. 

İğreti bir riyakarlıkla bakıyoruz tarihe. Sorarsan herkes ceddinin faaliyetleriyle övünüyor ama kimse onların yaşadıkları yoklukla inşa ettikleri onurlu hayata talip değil. 

Ne onura ne o imkansızlıkta kendi ve bağımsız olmaya hiç kimse yanaşmıyor. 

Osmanlı çınarını diken Ertuğrul Gazi Türbesinin karşısına meydan okurcasına, kapitalist kültürün burcu bir otel dikiliyor mesela… hem de adını Kayı koyarak!

Geçmişte, cihattan fetihe, miraca pek çok İslami kavram bir iş kolunun, nesnenin, dükkanın adı olmuştu. Benzer furya bugünlerde tarihi figürler üzerinden yürüyor. Savunma sanayiinde yapılan uçak, tank, tüfek gibi pek çok silaha tarihi isimlerin verilmesi ne tarihe ne silahlara meşruiyet sağlamıyor yalnızca hızlı bir tarihsizleştirmeye yol veriyor. 

Tarihi tarihselleştiriyoruz.

Tarihi figürlerin, mekanların yeniden üretilip bir turizm nesnesi haline getirilmesiyle tarihi o kapitalist pazarda donduruyoruz. Tarih ziyaret edildikten, tatmin olunduktan sonra önümüze bakmamızı gerektirecek bir “eskilik” olarak sunuluyor. Tarih tarihte kalacak kadar tarih dışı görülüyor. Tarihi hatırlamak onu satışa hazırlama gibi yorumlanıyor. Cedlerimiz Batıya yürümüştü ama o şartlar artık sözkonusu değil, diyor kafasına Alp börkü takan. 

Kendi tarihini, ceddini, kahramanlarını, değerlerini piyasaya sürme konusunda ustalaşmış bizim millet.

Tarih övgüsü, hamaseti, yüceltmesi retorik yoğun anlatılar ve siyasallık için geçerli. Tarihin ruhunu, kendilik bilgisini, herkesten ayrı yaşadığımız İslami kültürü küresel medeniyet içinde tekrarlama fikrine yanaşanı yok bu memlekette. 

Namerde muhtaç olmadan yaşama felsefesi tarihte bizi var kılan ana etkenlerden. Fakat siyasetin “bir yerlerden” kaynak bulamamasını da beceriksizlik sayıyor bu millet. 

Tarihini göklere çıkaran, ceddini kutsayan, aşkın bir hakikat sayan her sınıftan kişi, nemelazımcılığı aslî felsefesi yapmış. 

Oysa bin yıllık Anadolu varlığı, İmparatorluk, bir sorun gördüğünde, bir yanlışla karşılaştığında, zalim-hain-kafir bir haksızlık yaptığında, bir Müslümana saldırdığında ardına bakmadan “müdahale eder”, engellerdi.

Türk kafirin eylemlerine müdahale edendir.

Anadolu bin yıl sonra yeni bir varoluşun, yeni bir terkibin eşiğinde…

Toprağına, insanına, değerlerine saldırı olduğunda harekete geçen millet varlığı nemelazımcılığı temel felsefesi yapmış.

Yanan kendi bölgenin ormanı değilse, nemelazım…

Öldürülen, dövülen, kovulan kendi insanın, ailen değilse, nemelazım…

Kendi çarkın dönüyorsa, başkasının durumu nemelazım….

Tarihi kazananlar yazar… Kapitalist dünya sistemi hem yazıyor hem kazanıyor, tarih yazdıkça, hamaseti yükselttikçe, kutsadıkça kazanıyor, kazandıkça yazıyor. 

Herkese de az çok, kırıntı döküntü farketmeksizin verdikçe daha çok kazanıyor.

Kırıntılara, dünya sisteminin döküntülerine tamah eden bir millet âbâd olur mu..?