•
Öyledir… İnsanlar cevabını veremeyeceği soruların peşinden gitmez, izahların arkasını getirmez, düşünmeye ve işe koşulmaya varacak angajmanlardan kaçar.
Nasıl bir Türkiye istiyorum, istiyoruz, sorusunu kendine sormamış kişilerin ardına düşen bir millet partiler arasında koşturmaya layıktır. Kendisine, nasıl bir ülke-m olsun, diyemeyen bir millet milli gelir dalgalanmalarına bağlı seyyar hayalcilerin peşinden sürüklenmeye tabi ki müstehak.
“Ben bu çağın çocuğuyum; inançsızlığın ve şüpheciliğin çocuğu.” demiş büyük Dostoyevski.
Dostoyevski, inanç ve ruh krizleri arasında milletine, Ruslara, kendi hedefleri ve dinamikleri doğrultusunda yaşayacakları bir hayatın kavgasını vermeyi telkin etmekten imtina etmedi.
Hakikati bulduğunu iddia eden büyük sekülerler yani Batılılaşmanın, modernliğin, kutsal laikliğin evladı aydınlar da, milli-yerli kodları sayıklayan büyük vatanperverler de, her ne surette olursa olsun, bedeli neyi gerektirirse gerektirsin kendi kararlarını verebilen iradeyi inşa etme kararlılığını yerleştiremedi, istemedi çünkü… Ezberleri tekrar etmek büyük Türk aydınına kafiydi çünkü.
İttihatçılar vatanperver mi, hain mi; Abdülhamit toprak kaybetti mi, İmparatorluğun ömrünü mü uzattı; Mustafa Kemal’i Vahdettin mi gönderdi, yoksa Padişah’a rağmen mi Bandırma’ya bindi…
Dostoyevski inançsızlığın ve şüphe çağının çocuğuydu… biz hangi çağın ürünüyüz?
İnanç krizleri geçirmedik, hakikatten şüphe etmedik, hiçliğin ortasında vurgun yemedik, ne hippiliğe meylimiz oldu ne komünizme sempatiyle baktık ne Kemalist hedefleri ontolojik bütünlüğümüzden saydık.
Araf’ta kaldığımızı şadırvanın önünde cami mimarisi ve metafiziğini mükemmelen anlattığı halde alnını secdeye değdirmeyi cahili gururuna yediremeyenler söyledi; oysa biz kendimizi hep Cennet’e yakıştırdık.
Arayış Çağı’nın çocuklarıyız.
Millet olarak 200 yıldır arıyoruz; dahil olacağımız kampı arıyoruz, takip edeceğimiz siyaseti, muasır medeniyetlerin üstüne çıkaracak o büyük karizmayı, bize mülkü cennete çevirecek ekonomi-politiği arıyoruz.
Arıyoruz, devleti ebed müddet kılacak o rayihayı, o eteği, o büyük siyaseti arıyoruz. İttifaklar arıyoruz, İngiliz’e karşı Alman’ı, Kavalalıya karşı Rus’u imdada çağırabilecek, kafiri kafirle bastırmayı ince ve büyük siyaset diye sunabilecek büyük marketing dehalarını arıyoruz.
Bize layık görülen 1924 Statükosu’nun biraz liberalizm, biraz sosyalist esintili devletçilik, çokça milliyetçilik, vicdanlardan taşmayacak İslam diyen düzeninde, küresel siyasetin büyük imkanlarından nasıl faydalanabileceğimizin de, adam yerine nasıl konulacağımızın da peşindeyiz.
Cumhuriyetin seçtiği ve yetiştirdiği elitlerin de, büyük demokrat ABD sisteminin ürünü seçkinlerin de kıyısında kalmışların arayış manzumeleriyle geçti son yarım yüzyılımız. Herkes gövdesini atacağı bir mecra arıyor, zenginlik olmasa da yokluktan kurtulmayı aradık, itilip kakılmamak için saygınlık arayanlar var, tanınmak-adam yerine konmak için sıraya girenler, kendini ifade edebileceği kürsü, ekran, parti arıyor insanlar.
Türkiye dünya sistemi içindeki yerini, millet de ülkesindeki mevkiini arıyor!
Kimler buldu aradığını?
Ev burada, giremiyoruz; yer çok, seçemiyoruz; imkan var, cesaret edemiyoruz; mümkünü bilfiil yapamıyoruz; irade ediyor ama çizilen sınırları aşma cesareti gösteremiyoruz.
Dünya sisteminin zihinlere çizdiği sınır ve eşikleri yıpratsak da ortadan kaldıramıyoruz. Eşik ve sınır değerleri kendiliğimizle çarpıştırıp hesaplaşmayı göze alamıyoruz.
Bilince getirdiğimiz yüksek hedefleri irade edecekken Çanakkale Türküsü geliyor aklımıza, Yemen Türküsü takılıyor dilimize… “Siz isterseniz Hilafeti bile getirirsiniz” dedikten sonra Menderes’in akıbetini hatırlıyoruz, ABD’ye rağmen haşhaş ektikten, Kıbrıs’ın bir kısmını özgürleştirdikten sonra beliren benzin kuyruklarını, şimdi yüzüne bakmadığımız, Kemal Sunal’ın Bekçiler Kralı filmindeki ablanın gıpta ederek söylediği “margarin kokuyor ayol” sözlerini hatırlıyoruz.
Bizi küçük düşüncelerimizden, basit hayatlarımızdan, mütevazı temel tüketim ürünlerimizden de edecek büyük rüyaları gözden çıkarıyoruz.
MC Hükümetlerinin Ortadoğu ve İslam ülkeleriyle yakınlıklar kurma denemelerinin 12 Eylül “yurtta sulh”cülerine çarpması sendromunu sık sık yaşıyoruz; Erbakan Hoca’nın D-8’i bile yetti 28 Şubat intikamı için!
Arayın, diyor küresel sistem bize, ziyanı yok aramanızın ama Dünya sisteminin içinde arayın, dışına çıkmayı şuura getirdiğinizde, bilincinizi taşıyacağınız bir iskelet sistemi de bulamazsınız.
Tasarlama fikrinden uzağız, millet olarak. Tasarı, geleceği kurmanın, gelecekte yaşamanın başlangıcıdır.
Gelecekte ikamet etmeyen milletlerin varoluşları eksiltilidir.
Bir dünya tasarısı geliştiren, bunu irade edip eyleyenler özgürdür.
Arayışı bitirmedikçe, tercihli varolanlar arasından seçme zulmünü yenmedikçe özgürlüğümüze kavuşamayız.
Ağacın varlığının nedeni meyve vermek. Millet olarak bizlerin varlığının zorunlu sonucu tasarlamak, bir dünya inşa etmek, kendini ötekinden bütünüyle ayrıştırmaktır.
Büyük hedeflerden oluşan tasarımını hayata geçirenler soylu millet olur.
[Tablo: Kasım Gören]