Siyaset, siyasal alan, devlet idaresi ülkenin ve milletin varlığını devam ettirmeyi sağlamaktır. Devletler tehditler üzerinden varoluşunu anlamlandırır ve kurgular. Her idare iç ve dış tehlikeleri belirledikten, tedbirini aldıktan sonra temelde insanların istek ve ihtiyaçlarını karşılamaya, toplumu belli bir seviyeye çekmeye, devleti donanımlı hale getirmeye çalışır.
Siyasal alan güvenliğin sağlanmasından sonra daha etkili, geniş, çok taraflı şekilde çalışır. Bir ülkenin gücü siyasal alanının kuvvetiyle doğrudan alakalıdır. Siyasal alan devletin ilerlemesini, gelişmesini de içeren etkileşimli icrai arenadır. Tüm rahatsızlıklar, beklentiler, istekler, talepler siyasal alanda dile getirilir. Siyaset bunlarla beraber pek çok asimetrik metodu da içerir. En başta hegemonya tesisi, ötekini etkisizleştirme, toplumsal tasarım siyasetin, devlet mekanizmasının ana hedeflerindendir.
Haliyle siyasette toplumun, milletin, devletin temel kodlarını savunmak, geliştirmek kadar bunları ayrıştırmaya yeltenenler de bulunur. Özellikle merkezden dışlananlar kendilerini kabul ettirebilmek, etnik-mezhep-din-kültür kimliklerini siyasal alanda gösterebilmek için mücadele verirler. Bu da zamanla devletin, ülkenin temel yapısını, kodlarını çözecek, kağşatacak hadiseleri doğurur.
Dünya sisteminin de işine gelen bu siyaset biçimi ve içeriği özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki postmodern/neoliberal siyasal dönemde tüm yeryüzünde bariz etkiler gösterdi. Türkiye’nin özellikle 2015’e kadarki siyasetinde, iç çatışmalarında, dış kaynaklı etkilerde, yeni siyaset dili-aktörleri-söylemlerinde postmodern/neoliberal etkiler hakim olduğu için gelecek perspektifini oluştururken bu dönemin eğilimlerini, kavramlarını, doktrinlerini de göz önüne alıp çözümlemek gerekir.
Postmodern Zihniyetin, Siyasetin Özellikleri
Postmodern/neoliberal tarz ilkin Türkiye’nin merkezini oluşturan Kemalist statükonun dışladığı kesimlerin kamusal alanda varolma çabasını siyasallaştırır. İkinci olarak da özellikle Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan İslam-laiklik dikotomisinde laikliği tercih eden sol, Kemalist, İslam düşmanı yapıların İslami olanı tesirsizleştirmek için giriştikleri İslam karşıtı, laik çabaların genelini ifade eder.
Etnik-mezhep-dönme-Batıcı kültüralizm taraftarlarının İslam kültürüne karşı varolma çabası aynı zamanda seküler, laik zihniyeti de karşılar. Her iki kesim de devletin ve milletin İslami kimliğini ortadan kaldırmak için devleti zayıflatma, kamusal alanı sivilleştirme gibi tezlerle siyaset yapar, entelektüel alanda aktif varlık gösterir, kontrol ettikleri medyayla mezkur kültürü yaygınlaştırmaya çalışır.
Postmodern/neoliberal siyasallık küresel medeniyet ve kültürün distribütörlüğünü de yaptıkları için, bunların ürettiği yeni söylemleri de ülkeye taşıyarak bunu sivil toplum, özgürlükler, insan hakları, çoğulculuk, çok kültürlülük, birlikte yaşama, ötekileştirmeme, hoşgörü, cinsiyet farklılıkları, feminizm eğilimleriyle propaganda ederler.
Elbette eşcinselliğin normalleştirilmesi ve yaygınlaştırılması, ailenin zayıflatılması, lbgt gibi oluşumların güçlendirilmesi, çevrecilik, yeşil hareketi, hayvan hakları, silahsızlanma, savaş karşıtlığı, anti militarizm gibi kavramlarla yapılan bu siyaset ve aslında paradigma-zihniyet taşıyıcılığı büyük oranda bir Kültür Savaşı hüviyetindedir.
Türk toplumunun bileşenlerine ayırma, birlik ve beraberliğini ayrıştırma, İslami olanı zayıflatma ve böylece bütünüyle laik Batı kültürünü yerleştirme mücadelesi ile buna karşı 1071’de ortaya çıkan Türkiye’nin Nomosu’nun yani İslam-Türk-ehli sünnet-gaza-İslami düzen omurgasının karşı karşıya gelmesi yaklaşık iki yüz yıllık Kültür Savaşı, zihniyetler çatışmasıdır. Bu tutum geçmişte ezanın Türkçeleştirilmesi gibi uygulamalar ve buna karşı mücadeleyi içerirken her dönem farklı söylem ve usûllerle gelişerek, çeşitlenerek sürmektedir.
Postmodern/neoliberal söylemin çoğulculuk, çokkültürlülük, bir arada yaşama, hoşgörü gibi temalarıyla zaten bu topraklarda İmparatorluğun uyguladığı bu politika arasında fark bulunur. İmparatorluk çoğulculuğu, devleti büyütmek, güçlendirmek ve beka tehdidini ortadan kaldırmak için uygularken postmodernler, sol liberaller aksine Türkiye’yi zayıflatmak, ayrıştırmak için savunur. Sadece 2000 öncesinde değil günümüzde de bu Kültür Savaşları’nın farklı versiyonlarının çatışmasını takip etmek mümkün.
Zaten Türkiye gibi ülkeler dışında Avrupa, ABD gibi radikal demokrasi tatbik edenler de postmodern, sol liberal radikalizmi terk etmiştir. Özgürlüklerin, bireysellikten çok eşcinselliğe, ailenin ve toplumun parçalanmasına, kamusal alanın zayıflamasına, devletlerin dış müdahaleye açık hale gelmesine yol vermesi bu söyleme şüpheyle bakılmasını, yeni arayışları getirmiştir.
Devleti, Toplumu, Bireyi Şekillendirmek
Postmodern/sol liberal siyasetin, söylemin özgürlükler, çoğulculuk, şiddetsizlik, eşitlik, adalet, bir arada yaşama, hoşgörü söylemleriyle kamunun yani devlet otoritesinin zayıflatılması argümanları hep çelişmiştir. Otorite karşıtlığı yapan, devletin güçlü vasfına muhalefet eden postmodernler, karşıtlarının tazyiklerine mukabele ederken devleti de göreve çağırarak samimiyetsizlik içinde olduklarını da göstermişlerdir. Dahası otoriteyi otoritenin desteğiyle ve isteğiyle kaldırma gibi tuhaf istekler de postmodern/sol liberal siyasetin içinde bulunmaktadır. İyi ile kötünün çatışmasında kendilerini iyi safında gösteren postmodernler, devlet mekanizmasının bu yüzden kendilerini desteklemesini de ister.
Farklılıkların korunması İmparatorluktan bu yana, devletin vazifelerinden biridir ama sadece Türkiye’de değil dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir teori ve pratikte devlet kendisine bayrak açanların yanında olmamıştır. Postmodernlerin bu naifliğe yatan riyakar siyaset tarzları her ne kadar “devlete karşı toplum” gibi masumane görünen slogana sığınsa da Avrupa ve ABD de devletin zayıflatılmasını, sermayenin ve postmodernlerin güçlendirilmesini içeren bu teklifi reddetmiş, özellikle 2008 krizinden sonra “güçlü devlet” pozisyonuna geçmeye çalışmıştır.
Postmodern/sol liberal siyasal söylem merkeziyetçiliğe karşı çıkar, yer yer özerk yapıları savunur. Yine bu politika tarzı kültürel ve siyasal çoğullukları çok kültürlülüklere iterek toplumun bütünleşik halini çözmeye niyetlenir. Birey ile toplumu, toplum ile devleti, vatandaş ile memuru, asker ile bireyi, kamu ile özel alanı… hasılı pek çok bütüncül yapıyı ayrıştırmayı savunur.
Mesele sadece merkeziyetçiliği reddetmek değil asıl ademi merkeziyet ile unsurların özerkleşmesini getirmektir.
Mesele bireysel özgürlükleri, söz ve fikir hürriyetini garanti altına almak değil insanları de özerkleştirerek toplumdan koparmak, müşterek ruhu, müşterek karar alabilmeyi, müşterek kader fikrini dinamitlemektir.
Mesele sivilleşmek kadar aslında ülkeyi askeri-güvenlik alanda zayıflatmaktır.
Mesele postmodern siyasetin ana tezlerinde savunduğu gibi tektipçiliğe karşı çıkmanın ötesinde farklılıkları organize etmek, siyasallaştırıp kendilerine hakim alanlar kurmalarına yol vermektir.
Postmodernizmle, bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “hakikatin çoğulluğu” fikriyle tek bir hakikatin bulunmadığı, herkesin “kendine özgü hakikat” ifade edebileceği görüşü ortaya atılarak bugünkü “post truth” zihniyetin önü açılmıştır.
Herkesin kendi temelsiz de olsa, zayıf da olsa fikirlerinin bir hakikat içerdiği kanaati bireyi toplum yerine koymaya, o derece güçlendirmeye matuf amaçlar içerir. Bu kısmen başarılı da olmuştur. 2000 sonrasındaki pek çok etnik-mezhep-kültürel hareketlenmenin temelinde herkesin, her kesimin kendini “hakikatin temsilcisi-bekçisi” göstermesinin tesiri bulunur.
Hakikati elinde tuttuğunu savunan-zanneden birey topluma, aileye, ebeveynlerine, hocalarına, kanaat önderlerine, öğretmenlerine karşı gelir, bağımsızlaşırken farklı etnik-mezhep-kültür hareketleri, ideolojiler de kendilerini devletin-milletin, o büyük bütünün üstünde ve dışında göstermeye başlamıştır. Bu da ister istemez devleti, milleti zayıflatmıştır.
Farklılıklar korunmaya çalışılırken sonuçta millet bağı kopacak noktaya gelmiştir. Bireysel özgürlükler korunmak istenirken aile-cinsiyet-insan soyu, toplum zayıflamıştır.
Farklı etnik-mezhep-kültür gruplarının hakları güvence altına alınmaya çalışılırken ülke ayrışmaya, bölünmeye doğru yönelmiştir.
Tektipçilikten kurtulmak isterken çok kültürcülüğün zorbalığına maruz kalınmıştır. Monolitik dilden arınmak isterken plüralizm hegemonyasını kurmuştur.
Toplumu, farklı sesleri, söz söyleme özgürlüklerini, özel hayatı güçlendirmek isterken devlet otoritesi, kamu güvenliği, ülkenin dış baskılara mukavemeti gevşemiştir. Ortodoksi hırpalanırken heterodoksi, marjinallik güçlenmiştir. “Militarizm” kontrol altına alınmak istenirken sivilliğin otoriterliği ortaya çıkmıştır.
Kemalist statükonun istemediklerini siyasal alanın, kamusal alanın dışına atma pratiği ne derece kötüyse onu aşma adına Türkiye’nin kodlarıyla oynamak da aynı biçimde zararlı içerikler, sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Elbette devlet gibi dünyevi hiçbir nesne, kişi, olay, simge kutsal değildir olamaz fakat kutsallıkları devre dışı bırakırken pürdünyevileşmek, “seküler olanı kutsallaştırmak” da aynı kategoridedir, millet hayatı ve ülkeye tehdit içerir.
Otorite kavramı üzerinden özgürlükler savunulurken bir ailede babanın otoritesinin, okulda öğretmenin otoritesinin, kamuda devlet adamı otoritesinin, ülkede devlet otoritesinin, toplumda kanaat önderi otoritesinin yıkılması anomiyi, toplumsal çürümeyi getirir.
Tahakküme ve hegemonyaya muhalefet eden postmodern/sol liberal siyaset arkasındaki küresel medeniyetin de etkisiyle toplum ve ülke üzerinde zorba, dönüştürücü bir mütehakkim ideoloji, hegemonya vasfı da kazanmıştır.
Siyaset hegemonyadır, hegemonyayı kurma ve kırma çabasıdır.
Postmodern siyasetin medya ile, vesayet güçleriyle, aydınlarla, sahne sanatçılarıyla, dış fonların desteklediği sivil toplum kuruluşlarıyla, Batıcılığı mutlaklaştıran siyasetçilerle, kariyerist bürokratlar ve doğrudan küresel sermayeye bağlı burjuvayla toplum ve devlet üstünde hegemonya tesisi Cumhuriyet Mitinglerinden 27 Nisan bildirisi ve cunta girişimlerine, Gezi-Hendek-Fetö ve 15 Temmuz darbe girişimlerine kadar pek çok olayı da doğurmuş, desteklemiş, organize etmiştir.
Yeni Siyasal Alanın İlkeleri
Dünya gibi Türkiye de postmodern/neoliberal siyasallığı büyük oranda terk etmeye yöneldi. Elbette bir İmparatorluk bakiyesi olarak farklı kültürleri, etnik-mezhep tipolojilerini yaşatmak, kültürel çoğulculuğu barındırmak, bir arada yaşama siyasetini güçlendirmek siyasetin, devlet olmanın bir neticesi.
Kutuplaşma sadece Türkiye’nin değil dünyadaki tüm toplumların ve devletlerin de bir gerçeği… kutuplaşmamak fikir ayrılığına düşmemek demek, aslında bireylerin de toplumun da, devlet görevlilerinin de “düşünmemesi” üretmemesi anlamına gelir. Her insanın, camianın kendine göre bir fikri olur, olması da gerekir fakat bunu toplumun üstüne çıkarmaya, devlet eliyle kabul ettirmeye, zorla dikteye yöneldiğinde reddedilir. O yüzden devletin bir “organizatör” misyonuyla bu farklılıkları ahenkle idare etmesi gerekir.
Geleceğin siyaseti sadece güçlü, güvenlik ağırlıklı, kalkınmaya dönük karakterinin ötesinde devletin yetenekleri örgütlemesini de içerir.
Dijital tekno-kültür çağında, yeni olan her gelişmenin ülke menfaatine kanalize edilmesi, sosyal medya gibi en büyük kamuoyu teşekkülünün sevk ve idaresi, kanaatlerin yönlendirilmesi, istek ve ihtiyaçların karşılanması geleceğin siyasetinin ana unsurlarındandır.
Dünya kıymetli madenler üzerinden yeni bir merkantilizme, sömürgeciliğe yol alırken elbette küresel gelişmeler Türkiye’yi de yeni bir siyasal alanın inşasına götürecektir.
Yurttaşlık, vatandaşlığın hukuku, bireyin ve merkezlerin özerk kimliklerinin ne derece devlette temsil edileceği, yer bulacağı hayati hale geliyor. Etnik-mezhep-kültür öbeklerin ayrışmasına yönelecek projeler ülkeyi uçurumun kenarına getirir; çoğulculuk siyaseti birleşmeyi değil kağşamayı doğurur. Farklılıkları kalgıtacak dil-kültür-eğitim-mezhebi kurum gibi teşvikler özerkliği cesaretlendirir, ulus ve kimlik inşasını getirir.
Bu yüzden millet bağını sıkılaştıracak, millet hayatını güçlendirecek, İslam temelli eğilimler Türkiye’nin gelecek siyasetini yönlendirmeli.
Mümkün Kamil Devlet kitabımda da dile getirdiğim gibi güç odaklarının, çete-mafya gibi unsurların kamusal alanı aşacak bir kuvvete erişmesinin önüne geçilmesi gerekir.
Türkiye’nin yeni siyasal alanı 5M’yi içermeli; meşru-maruf-makul-müstakil-müşterek kavramları toplumu yeniden birleştirecek, İmparatorluk zihniyetini güçlendirecektir. Devlet meşru olanın dışına çıkmaz, marufu yani insana dair güzel ve yüksek iyiyi hedeflerse, makul olanı kamusal alana yerleştirirse, müşterek kaderi benimsetirse, müstakil yani bağımsız, güçlü bir ülkeyi de şekillendirir.
Adaletten, haktan, ahlaktan taviz vermeyen, kendi menfaatini ülkenin çıkarlarının üstüne çıkarmayan, Türkiye’nin Nomosu’na, nizam-ı alem ve İla’yı Kelimetullah ideolojisine, Allah ile ahdine sadık bireylerin, toplumun, devletin inşası imkansız değil aksine mümkündür.
Türkiye’nin geleceği Batı medeniyeti değerlerinden mülhem, dış kaynaklı postmodern, sol liberal siyasetlerde, doktrinlerde değil, bu ülkenin içinde, Nomosunda, bu toprakların mayasında, Türkiye Merkezli Düşünmek’tedir.
Mostar | Kasım 2025 | Sayı: 249


