Cumhuriyet’in 2. Yüzyılı’na Girerken… Türkiye’nin Yeni Kent Kültürü, Toplum Yapısı, Eko-Politik Manzarası

İnsanların ve toplumların günden güne ahlakını yitirdiğine, erdemini kaybettiğine, kalitesizleştiğine ilişkin bir tarih felsefesi okuması yapılır. Her kuşak, her dönem bir öncekinden kötüdür buna göre. İnsanların ve toplumların blok halinde sanıldığı, iyinin ve kötünün ilerlemeci ele alındığı bu yaklaşıma göre maddi gelişmeler manevi kayıplarla, değersizlikle, ahlaksızlıkla birlikte geliyor. Milletlerin öz’leri iyiden kötüye doğru hızlı bir dejenerasyona uğruyor. Sonsuz bir iyi ve nihayetsiz bir kötü algısının eşlik ettiği bu tarih felsefesini elitler de, eğitimliler de, cahilliler de benimsemiş durumda.

Her kuşak kendi döneminin kötülüğü konusunda ittifak ediyor. “Devir kötü…” en klas tespit olarak yerini alırken her dönemde, toplumun bünyesinde iyilerin, kötülerin, ahlaklıların, ahlaksızların, eğitimli veya eğitimsizlerin bulunduğu gözardı ediliyor. Avam ve havass geçmişte de, bugün de farklı davranışlar sergilediği gibi idareciler Batı’da da Doğu’da da, İslam medeniyetinde de, Osmanlı İmparatorluğu’nda da yetersizleri, ahlaksızları olduğu kadar liyakat ve ehliyet sahiplerini de vazifeye getirebiliyor, zaman zaman avam kültürü tüm toplumları yönlendirebiliyordu.

Herkesin herkesten ve herşeyden şikayetçi olduğu bir toplum aslında ne istediğini, ne olduğunu, daha önemlisi ne olacağını, olmak istediğini bilmeyen insanların toplamından müteşekkildir.

Sınıfları, tabakaları, bireyleri, toplulukları millet haline getirebilecek değerlerin iflas ettiğini müştereklerin azalmasından anlayabiliriz. Büyük idealler, ihtişamlı gelecek kurguları, görkemli tasarımlar temel hayatî fonksiyonların, ihtiyaçların sürdürülebilmesi kadar mühim millet bağının kurulmasında. Türkiye’nin bugününe bakan, bu normallerin en düşük düzeyde seyrettiğini görür.

Enikonu müştereklerini değil ihtilaflarını, ayrıksılığını çoğaltmak isteyen insanlarla, kutuplarla, camialarla karşı karşıyayız. Kimse kimsenin yaptığını, işini, varoluşunu görüntünün ötesinde hakikatte değerli bulmuyor bu ülkede. Mesele çıkarcı, menfaatçi insanların çoğalması değil diğerkâmlığın komik ve aşağılanılası görüldüğü bir kültürün, zihniyetin yerleşmesinde.

Salgının-savaşın-can emniyetinin bile manalandıramadığı bir hayatı yaşıyoruz. Siyasi kutuplaşmalar, iktidara gelmek ya da elde tutmak kavgası zihinlerimizi, varoluşumuzu çoraklaştırdığı gibi gündelik hayatımızı, kent kültürümüzü gün geçtikçe lümpenize ediyor, varoşlaştırıyor.

 

Hiyerarşileri, Otoriteleri, Değerleri İtibarsızlaştırmak

Postmodernizmle neoliberal kültür 2. Dünya Savaşı sonrası felsefesiyle kısmen varoluşçulukla birleşince yalnız büyük anlatıları hafifsemedi… aynı zamanda dini-siyasi-toplumsal otoriteleri, değerleri, dünyanın varoluşundaki hiyerarşik yapıyı da önemsizleştiren, küçümseyen, tahfif eden daha düzeyli, eğitimli, kaliteli itiraz kültürünü yerleştirdi.

Televizyonla, dijital tekno-kültür araçlarıyla ahlaksızlığı kaydedilen bilhassa dini kimliklerin değersizleştirilmesi 1980’lerden sonra toplumun genelindeki “saygın” kimselerin, kanaat önderlerinin itibarsızlaştırılmasıyla devam etti. Toplumda, devlet aygıtında, ailede, okulda hatta mahallede bile bir “hiyerarşi” bulunur. Toplum hayatının normali bu hiyerarşinin norm ve statüleri oturmuş tabakalarda rollerin yerli yerinde oynanmasını denetler. Haliyle kimse haddini ve çizmeyi aşmaz, görevi dışına çıkmaz, onu ilgilendirmeyen konularda konuşmaz, rol çalmaz, çalamaz. Dikey kontrol mekanizmalarının yanında bu hiyerarşik yapılar yatay seyirleri, ilişki biçimlerini kontrol altında tutar. Kemalist merkez bile katı elit çekirdeğine rağmen dikey hareketliliği çok fazla baskılayamazdı.

Devlet en büyük hiyerarşiye sahipken, kurumlar, kuruluşlar yanında aile, cemaatler de yine devamlılıklarını bu hiyerarşiyle sağlamışlardır. Postmodernizm, neoliberal kültür, kamusal ve özel hiyerarşilerin yetkilerini kötüye kullanmalarının doğurduğu katılıklar bunların meşruiyetini ve saygınlığını zedeledi. Özellikle milenyum sonrasında ailede baba imgesi, okulda öğretmen, cami ve mahallede hoca, devlette idareci, alim, kanaat önderi gibi “otorite”ler sarsılmaya, saygınlığını, makbuliyetini yitirmeye başladı.

Kabul etmek gerekir ki, bizde bilhassa kamusal alandaki verili otoriteler bu ayrıcalıklarını kötü kullanıyorlardı. Bireyi, düşünmeyi, söz söylemeyi, özgüveni öldüren mahalle-aile-cemaat-millet hayatımız da yok değildi! Tüm bu baskılar kendini radikal liberalizmde, sınırları ve hadleri aşmayı salık veren özgürlükçülükte gösterdi. Nihayetinde otorite kaybı kadar otoritesizlik arayışı, hiyerarşi düşmanlığı toplumsal yaşamın organizasyonunu gün geçtikçe çıkmaza sürüklüyor. Toplum yapımız herkese bir kulp takma, itibarsızlaştırma üzerine şekilleniyor artık.

İnsanlar meslek erbablarını hep kötüleyerek anıyor:

Din adamları gerçeklerden kopuk, yobaz, sapık, dönek, mehdici, paragöz, saçmalayan, kaba, menfaatçi…

Öğretmenler çok tatil yapan tembel, zayıf, memuriyet için çabalayan, sapık, dayakçı, zayıf, öğrencinin oyuncağı, tacizci…

Doktorlar hep mağdur, hep haklı ya da hep haksız, hastayı insan yerine koymayan, kibirli, ukala, paragöz, şiddeti hak eden…

Öğrenciler-gençler eğitilemeyen, tembel, çalışmaktan kaçan, rahatına düşkün, yattığı yerden para kazanacak iş arayan, topluma tehdit ve yük, dejenere, havai, uçarı…

Babalar-erkekler potansiyel katil, aile içi şiddet zanlısı, zalim, o da herkes gibi bir aile ferdi olması gereken…

Politikacılar koyun gibi parmak kaldıran, milleti seçimden seçime hatırlayan, ahlaksız, işi gücü para olan, yalnız kendilerini düşünen…

Medya-aydın-diziler yalancı, parasını verenin düdüğünü çalan, tüm kötülükleri pompalayan, ahlaksız…

Esnaf sahtekar, fırsatçı…

Toplumda farklı rollerde ve statülerdeki herkes bir başka kesimi yalnız olumsuz, kötü özellikleriyle anıyor, kodluyor. Bu ithamlar elbette büyük oranda haklı ve doğru… fakat mesele kimsenin düzelmeyi, iyiliği, doğruluğu, ideali kendinden başlatmayıp hep başkasına yıkmaya yeltenmesinde.

Oysa gündüz kuşağı programlarını, dizileri, haberleri izleyen hatta whatsapp üzerinden kanlı canlı görüntüleri mahremiyet, kişisel özgürlük ve hak ayırt etmeksizin çekip yollayan da yine bu milletin bireyleri. Halbuki değişimi ve iyileşmeyi kendisinden başlatmayı emreden bir dinin mensuplarının sürekli kendini en doğru, en güzel, en iyi yerde tanımlayarak dışarıdaki her şeyi kötülemesi, değer bilmezliği toplumsal anomiyi, başıbozukluğu beraberinde getirir.

İnsanların sadece kendi haklılıkları üzerine kurdukları ilişkiler zamanla düşmanlıkları doğuruyor, katlıyor. Günümüz insanının devamlı dostluklardan şikayet edip yalnızlığa övgüler düzmesi öznenin egosundaki gücü değil zayıflığı belirliyor aslında. Hata, açık arayarak yaşayan toplum zamanla kendi yaralarını tedavi edemez. Oysa millet bağımız, kusurları örtmeye, kötülüğü göz önünden kaldırmaya, küçük günahları ve yanlışları kişinin onurunu kırmadan düzeltmeye ayarlıdır. Kötülüğün, başıbozukluğun, anominin bu derece yaygınlaşması “ifşa kültürü”nden ileri geliyor. İntikam kadar kendi benliğini haraç-mezat sergileme çiğliği zamanla tartışmaların, huzursuzlukların, rahatsızlıkların, mahremin ulu orta sergilenmesine, yaşanmasına yol veriyor. Bu da beraberinde tahammülsüzlüğü, katlanmamayı, sabırsızlığı doğuruyor. Yeni kent kültürünü belirleyen olaylar ve zihniyet de buradan şekilleniyor.

 

Yeni Kent Kültürünün Özellikleri

Şehirler artık daha gürültülü, insanlar daha gürültücü… sesi yükseltme anormal değil. Trafikte kavgalara, araçların önünü kesip silah, kesici aletlerle saldırı artıyor. Taciz, kavga, dövme, linç, öldürmeler yaygınlaşıyor. Başkalarının fotoğraflarını ve videolarını çekenlerle beraber tacizci olmadığı halde bu ithamla dayak yiyenler de çoğalıyor. Sığınmacıların bir hata, kötülük yapmasını linç için bekleyip arayıp “gereğini yerine getirme” etkinliği, başörtülü, iktidar yanlılarına yöneliyor artık.

Sokak hayvanlarıyla beraber bunlardan nemalananlar da yaygınlaşıyor. Yolları asker uğurlama, düğün, kutlama için kesen, tıkayan, drift yapanlar, sokak düğünleri, sabırsızlığa, tahammülsüzlüğe bağlı saldırılar da gün geçtikçe yükseliyor. Devlet, dakikalarca bulvarı kapatıp insanları arabalarında bekletenlere aşırı müsamahakar, kişisel hakların engellenmesinden kamu düzenine meydan okumaya dek büyük kusurların hepsini görmezden geliyor.

Doktordan öğretmene, şöföre meslek temsilcilerine yönelik toleranssızlık güçleniyor. Hakkını şiddetle aramak toplumun normaline dönüşüyor.

Millet bağını yıpratan hadiselerin derinliği ve yaygınlığına bağlı yeni kent kültürü de şekilleniyor.

. Nezaket kayboluyor… başkalarına saygı, hoşgörü, kibarlık, zarafet, incelik güçsüzlük görüldüğünden kimse kendini zayıf lanse etmek istemiyor, bu yüzden nezaket toplum hayatından çekiliyor. Yeni kent kültürü kabalık, hoyratlık, şiddet üzerinden yükseliyor.

. Toplum mafyalaşıyor, site yönetiminden dergi idaresine dek racon kesme insan ilişkilerinin eksenine yerleşiyor.

. Çok sayıda tekil vicdan, merhamet, yardımlaşma örneği getirmek mümkün ama toplum vicdanı katılaşıyor. Kapitalist, materyalist doğal seleksiyon, düşeni kaderine terk etme, “hak etmiştir” ahlakçılığı aslında çaresizlikle birleşiyor.

. Kendi konforu için başkasının küçük dünyasını talan etme davranışı orta sınıfı kapladı. Konfor alanı daraldığından rahatlıkla tüm dünya ateşe verilebilir kıvamda.

. Devletin gevşekliğinin de etkisiyle herkesin kendi hukukunu, kendi adaletini uygulama fikri ve çabası da yaygınlaşıyor. Devletin bunu daha fikri oluşum halindeyken engellemesi gerekiyor.

. Kentlerin hız, kalabalık, iktisadi ve sosyal ihtiyaçlar nedeniyle huzur yerine huzursuzluklara, gerginliklere neden olması sadece lümpenleri etkilemiyor, eğitimli üst-orta kesimler de yeni kent psikolojisini kaldıracak benliğe ulaşamadı.

. Verili sorunların üzerine sığınmacıların varlığı, en zayıf halka, en kolay lokma olarak mültecilerin görülmesi, onlara rahat ve çabuk tepki verebilme, refleks davranışların normalleşmesini, herkese yayılmasını tetikliyor.

Toplum, reaksiyonu yaşam tarzı haline getirdi, üretmeden sadece refleksle, tepkiyle, reaksiyon göstererek kendini anlatabiliyor.

. Keyfilik toplumun, yeni kent kültürünün ana felsefesine dönüştü. Apartman kullanma talimatnamesi bile yazan insanlar, kurallar ve yasaklarla beraber keyfiliği de güçlendiriyor!

Bireylerin, milletin hatta devletin yeni kent kültüründen, tarihselleştirilen değerlerden örülü nezakete, diğerkâmlığa dayalı yeni bir şehir kültürü inşa etmesi gerekiyor. Bu aynı zamanda müştereklerin çoğaltılması, yeni yurttaşlık mensubiyetlerinin kurulmasıyla bağlantılı gelişir.

 

Toplumu Şekillendiren Eko-Politik

Cumhuriyet’in 2. yüzyılına girerken Türkiye’nin ekonomi-politik vaziyeti, Tanzimat’ta ortaya çıkan İslam-laiklik ayrışmasının, Cumhuriyet’te radikal laiklik lehine, 2010’lu yıllardan itibaren muhafazakar, laiklik tesirinin en azından göstergeler ve uygulamalar sahasında şiddetinin kırılması yönünde şekillenmesinin yarattığı gerginlikle malül.

Bu kırılgan siyasal alan sığınmacı düşmanlığı, eşcinsel görünürlüğü, sokak hayvanları hakları, kadına şiddet ve seküler simgelerin yüceltilmesiyle kendini gösteriyor.

Özellikle 2023 seçimlerini kaybeden muhalefetin Şeriat geliyor kaygısı, iktidarı ele geçirememe psikolojinin travmaya dönüşmesiyle meydana geldi. İktidarı ele alınca düşündükleri siyasi tasfiyeleri, toplumsal çatışma ve laiklik üzerinden gerçekleştirmeye koyulan muhalefetin toplu taşımada, sokaklarda başörtülülere daha fazla saldırması, sığınmacı karşıtlığını önce Araplara akabinde “Arabın dini İslam”a yönlendirmeleri bu cepheleşmenin tabandan kamusala ve siyasala evrilebileceğinin işareti. Sokak röportajlarında “bıktık gidin ülkenize” diye farklı yer ve zamanlarda saldırılan iki kişiden birinin Sivaslı diğerinin Haymanalı çıkması sendromun boyutlarını gösteriyor. Durum eko-politik çıkmazdan çok laik pozisyonun gerileyip “İslam Cumhuriyeti” kurulacağı kurmacasının gerçekleşme ihtimaline dayanıyor.

Ülkenin manzarasında ekonomi-politiğin şekillendirdiği birey ve toplum yapısı daha belirgin. Paraya, maddiyata, kendi çıkarına tapan insanı kapitalizm, İslamcılar, Tayyip Erdoğan doğurmadı. İnsanoğlu huzur-güvenlik-refahı için her şeyi yapabileceğini Habil-Kabil’den beri ispatlama yarışında…

Enflasyonun etkileri yüzünden ekonomik göstergelere, kurlara odaklanan bir toplum, iktisadi yapısı anormalleşen bir sistem, varoluş şartları alt üst olan bir millet zuhur ediyor.

Ev ve arabayı yatırım aracına dönüştürmek yeni moda olsa da arsa-emlak rantına, faize, döviz kuruna gözünü dikmiş insan portresi liberalizmin bu ülkede gelişmesinden sonra çıktı. Sıradan insanların bile döviz kurlarını takip edip yatırım araçları arasında sincap gibi gezindiği bu memlekette geniş kesimin bir kısmı devletten maaşlara zam öteki kısmı esnafa, işverene, sektörlere destek talepleriyle kendisini rölantiye alıp fırtınanın dinmesini beklerken geri kalanlar spekülatif ortamdan kazanmanın hesaplarını yapıyor.

Gençlerin kafelerde, orta-alt sınıfın avm’lerdeki kalabalığı yeni yatırım yapılamamasına bağlanırken imkanı olanlar iktidar sahasına göre kiralara, fiyatlara fırsatçı zamlar derdinde. Bu ortamda sanatçıların yüksek ücretleri, tatil beldelerini her milletten yabancının doldurması, kargaşadan kazananların aleniyeti sınıfsal rahatsızlıkları yükseltiyor.

Elbette eko-politik ekstremler arasında tepkiler kültürel alana kaydırılarak tatmin gerçekleştiriliyor; tik-tok çılgınlıkları, evlenme teklifi, cinsiyet belirleme partileri, deizmin, başörtüsünü terk edenlerin, boşanmaların arttığı, inanç krizlerinin ve sekülerliğin yükseldiği, Şeriat’ın adım adım geldiği, kız-erkek ayrı sınıfların açılabileceği, eşcinsellik tartışmaları, mesai ve ders saatlerinin Cuma saatine göre ayarlanabileceği tartışmaları bir Kültür Savaşı’na dönüşmeden tarz-ı hayat kaygılarının arasında eriyor.

 

Varoşizmin Toplum Genetiğine Yerleşmesi

Kadın voleybol takımının başarılarından siyaset devşirme derdine düşen bir muhalif kanat var.

Pek çok siyasi yapıyı bir araya getirerek seçimlere yüklenen laik kesimin seçimlerden umduğunu bulamaması ontolojik kaygıları beraberinde getirdi. Laikliği yalnız siyasal ontolojinin değil insani varoluşun da vazgeçilmezi kılan seküler kesim Türkiye’nin son yıllarda içine girdiği varoşizmi günden güne çoğaltıyor. Doğrudan muhaliflik yanında kültürel ve felsefi yeri-yönü-hedefi belirsiz kimi soft anarşizme kimi romantik hiççiliğe yaslanan genç eğitimlilerin muhalifliği, ritüelleri, müziği, giyim tarzı, söylemleri bu varoşizmi besliyor.

Kibar küfürleriyle klasik laik dışlayıcılığı sergileyen yaşlı Kemalistler, her kuşaktan orta sınıf burjuva ve kariyer sahipleri eksikliklerini, mağlubiyetlerini, ezikliklerini varoşizmin kaba, hoyrat, argoya yaslanan söylemiyle gösteriyor.

Türkiye’nin genel manzarasında tatmin olmamış benliklerin yaşadığı ezikliğin kültürleşmesi, siyasallaşması sözkonusu.

Cumhuriyetin yeni yüzyılına merkez dışında girme ile hala dönüşüm gerçekleştirebilecek hegemonyayı tesis edememenin verdiği eziklik, toplumun genelinde istediklerini elde edememenin yoksunluğuyla birleşince tepki varoşizmle gösteriliyor. Rap müziğin yükselmesi, devlet katındaki kutlamalarda bile banal arabeskle rap’in ağırlık kazanması, rafine kültürün ve zevklerin yerini her tür sıradanlığın alması racon kesen güçlü görüntüler veren toplum yapılarının özgüvensizliğinin bir sonucu.

Filmlerden dizilere, televizyon programlarından sosyal medya paylaşımlarına entrikanın, aldatmanın, ihanetin, intikamın ve şiddet içerikli raconun çalışma hayatına, sokaklara, eğitime, gündelik yaşamın geneline hatta daha seçkin kesimlerin davranışların yerleşmesi bu varoşizmin, kendini kabalıkla ifade edebilmenin getirisi.

Tuhafı şu ki insanlar dijital tekno-kültür imkanlarıya gastronomiden geziye “elit” kültürelliği keşfettikçe bunları gerçekleştiremese bile malumatfuruşluğunu göstererek bilgiçliğini yapabilmesi varoşizmi, seçkinci lümpenliği besleyip çoğaltabiliyor. Kendini arkadaşından, aile ve akrabalarından, bulunduğu grup-cemaat-camiasından ayrıştırmak isteyenler bir farklılık söylemiyle, onları varoş, keko ve lümpen görerek varolmaya çalışırken aslında aynı genellemeler, banallikler, seviyesizliklerle örülü toplumsallığın içine düşüyor.

Sadece bir kısım gençlerden, işsiz lümpenlerden, alt gelir grubundan bahsetmiyoruz aksine yeni kent kültürünün kabalığı ve şiddetini geliştiren orta-üst sınıf eğitimli tatminsizler ve eziklerden söz ediyoruz.

Dünyadan haberdar olup “birinci dünya”ya öykünen bu geniş katman refah skalasını devşiremediği oranda ezikliğini şiddetle, sevgisiz-saygısız kabalıkla yansıtmaya çalışıyor. Elitlerin varoşlaşması, lümpenleşmesi toplumun ve siyasal alanın aklını da dejenere ediyor.

Herkes bir konuda bir başkasının karşısında eziklik yaşıyor.

Başarma, zafer kazanma, bulunduğu yerin hakkını verememe, orayı hazmedememe, makamını yeterli görmeme, kendini ispatlamışlarla boy ölçüşme, sahip olduğuna rıza göstermeme, hak etmese de ele geçirme açlığı kendini hep raconda, kendi belirlediği ilkeleri, kuralları başkalarına dayatma davranışında gösteriyor. Bu da ister istemez herkesin hep haklı olduğu toplum ortalamasıyla anomiyi doğuruyor.

Geri bıraktırıldığı, engellendiği, ezildiği, önünün kesildiği yargıları bu ülkedeki hemen herkesin birincil savunması, izahı, bahanesi. Bu ezilme-engellenme retoriği beraberinde istediğini elde edememeye, tatminsizliğin hıncına, şiddete evriliyor.

Kişilerin veya grupların da ilerisinde millet olarak etik-politik çıkıştan ziyade ezilmeyi, engellenmeyi, ezikliği aşmak yerine bunun ekmeğini yemeyi tercih ediyoruz. Ezikliği şiddete, hoyratlığa, ezerek varolma gösterisine yöneltirken hayatı manalandıracak hedeflerden, bulunduğu yerden başlamanın neşesinden uzak duruyoruz.

Millet olarak yüksek ufuklar peşine düştüğümüzü söylesek de sahici bir amaç eksikliğinin kusurlarını, sendromunu yaşıyoruz. Müşterek bir büyük ideal belirleyemediğimiz için millet bağını bir türlü sağlamlaştıramıyoruz. Toplumun histerilerini örtecek, varoluş krizlerini giderecek, ömrünü anlamlandıracak tüm kutuplaşmaları ortaklaştıracak bir büyük vizyon, hedef için öncelikle sağlam bir nizam teşkilini sağlamamız gerekiyor.