Devlet ile Tarikat ve Cemaatler Arasındaki Zor-Rıza, Sevgi-Nefret İlişkisi

Türkiye’de İslam’ı tarikat ve cemaatleri hesaba katmadan ele alabilmek çok mümkün değilken onları dikkate alarak yapılacak İslami çıkarımlar da her zaman sahih ve sahici sonuçlar ihtiva etmiyor!

İmparatorluk havzasında tarikatların misyonu modern dönemdeki siyasal alanın özel ve kamusal şeklindeki ayrımına yakınlık arzettiğinden hem Payitaht İstanbul’da hem dışında gündelik hayatın işleyişine tarikatlar doğrudan etki edebiliyor. Kamusal alanın aktörlerinin başta Padişah olmak üzere hemen hepsinin bir tekkeye, şeyhe intisabı veya irtibatı düşünülürse tarikatların yönetim mekanizmasına “kurumsal” bulunmasa bile şahıslar üzerinde tesirleri çok barizdir. Akşemseddin’in Fatih’e devlet idaresini menfi etkileyeceği için tekkeye sık gelip gitmeme tavsiyesi kalbî bağlılıklara karşın mekânsal aidiyetin siyasal alan için tehlikesini net anlatır.

Genel planda tüm İmparatorluk idarecileri bu kaideye uyarlar. Fakat moderniteyle, İmparatorluğun, devlet yapısını dönüştürmeye niyetlendiği 19. asrın başlarından itibaren tarikatlar siyasal alana, kamusal sahaya ve doğrudan yönetime katılmak için girişimlerde bulunmuştur. İmparatorluğun modern merkeziyetçiliğe geçiş aşamasında tüm unsurlar gibi teşkilatlı tasavvufu da “devlet uhdesi”ne alma girişimi çok sert, tavizsiz ve başarıyla gerçekleşmiştir. İmparatorluğun bu merkeziyetçiliğine cevaben Batılılaşmaya çok sert muhalefet etseler bile modern zihniyeti ve usulleri çarçabuk benimseyen Halidilik gibi ekoller Tanzimat’tan bugüne kentli-eğitimli-bürokrat kimliğiyle siyasal alanda aktif rol oynamıştır.

Son yıllarda tarikat ve cemaatlerin kendi içindeki ayrılıkları, post ve maddi miras bölüşüm kavgaları, istismarla anılmaları siyasal alan kadar tarikat ve cemaatlerin de zamanın ruhuna bağlı bir değişim geçirmelerinden, din-dini kurumlar-devlet ilişkilerinin kadim niteliğinden ileri gelir.

Aslında üzerinde çok tartışmalar yapılsa, süreç “kaygıyla izlense” de tarikat ve cemaatlerin tüm aksi varoluş gerekçelerine rağmen “güç istenci” çatışmalarının, devlet ve öteki yapılarla ile münasebetlerin, modern cemaat ve eko-politik yapılanmaların doğal sonucu. Moderniteyle kendi varoluş şartlarını değiştiren tarikatlar, Cumhuriyet’in yasaklamalarıyla “yer altına” inince “merdiven altı” silsilesiz cemaatlerle beraber neoliberal dönemde kendilerini sivil toplum, medya ve hayır kuruluşları başlığında şirketleştirdiler. Dolayısıyla artık zühd, takva, ruhî arınma ve yolculuk, dünyaya dalmama gibi hasletler yerine büyüme, kazanma, gelişme, “rakip cemaatleri” ekarte etme, siyasal alanı kuşatma gibi seküler, siyasi ve varlık amaçlarını inkar eden yapılanmalara, hedeflere geçtiler. Bu yüzden 2. Mahmut’tan 1924 Statükosu’na, 1990’ların Kemalist devlet mekanizmasından AK Parti iktidarına tartışmalar, mücadeleler, alan daraltmalar çok daha sık, ciddi, yıkıcı hale geldi.

 

Tarikatların Misyonu, Fonksiyonu

Tarikatlar, tasavvufun bizatihi kendisi dışsallığa bireyin içiyle, iç uyumuyla mukavemet göstermesi, hakikat yolculuğunu baltalayacak dünyevî unsurlara karşı durması manasına gelir.

Tarikatlar yani bir yolu takip eden, hakikat yolunun yolcularının toplaştığı yer ve anlayış birliğinin pek çok vazifesi, misyonu, fonksiyonu bulunur.

Ahlaki bir duruştur evvela tarik ehli… Tasavvuf yolunu tutan çarşı pazardan siyasete her yönelime karşı etik direniş gerçekleştirir. Ahlaki tavır alma ve gelişim, başta dini ve tasavvufi olmak üzere her tür eğitim, ruhî yetileri geliştirme, kişinin kendisini tarikat yoluna girdikten sonra yeniden inşa etme, yeniden hayata dönme, kendini tarikatın gösterdiği ritüeller, fikri tezler, kalbî yetilerle yeniden doğurmaktır.

En başta hayata katılmak için güç toplama, donanımını artırmadır. Gündelik hayatı, insani ilişkileri kategorileştirerek yaşamak tarikat ehli için seyr-i sülûk’un başta gelen nitelikleri arasındadır, hakikat yolcuları ile onu engellemeye çalışanların “bilincine varma” seyr’in sıhhatli ilerlemesini sağlar.

İç yolculuk tasavvufu tam karşılamaz, dervişin içeride yaptığı “devrim” dışarıda görülmezse bu esaslı bir tevbe ve dönüşüm olmaz. O açıdan tarikat dışarıya yansımayan iç darbeden, iç tamlık ve olgunluktan hoşlanmaz. Dervişleri, tarikat ehlini, hele “kötü yoldan dönen”leri ilk varoluşçular saymamız gerekir; kendilerine bir “kendilik” biçtikten sonra onun gereğini yaptıkları için.

Kabul etmek gerekir ki tasavvuf yolu Allah’ın insana verdiklerinin tamamını kullanmaya değil yer yer bastırmaya dayanır; bu açıdan modern ile çatışır. Çünkü Aydınlanma ve modernite kişinin tüm yetilerini, duygularını, arzu ve tutkularını, zevklerini kullanmasını ister. Derviş ise tutkularını, arzularını, isteklerini, zevklerini “bastırır” ilk etapta, yolculuk devam ettikçe buna da gerek kalmaz artık. Zühd, takva, terbiye, tefekkür, tevekkül, sabır, zikir, Allah korkusu ve Hak sevgisi, arzuları, tutkuları aşmak için eldeki “silahlar”, imkanlardır. Tasavvuftaki mertebeler aynı zamanda kişinin kendini bilme ve bulmasının aşamalarını oluşturur. Fena ve beka, keramet, velilik, insan-ı kâmil, rüya, fütuhat, marifet hakikat yolcusunun azıklarındandır.

Tarikatlar dini faaliyetleri icra ederken siyasi ve sosyal işlevlerini de yerine getirir. Tekkeler bir nevi fakir fukaranın, yolcunun, muhtacın barındığı, doyduğu yerlerdendir. Toplumdaki sosyo-ekonomik yapıya etkide bulunurken ahilikte somutlaştığı gibi düzeni tesis, ekonomik faaliyetleri yürütmek gibi rolleri de yerine getirir. Musiki, kültür ve sanat faaliyetleri, spor, savaşlara katılma, hac hizmetlerinin yürütülmesi, hastalıkların tedavisi, kitap, yayımcılık, kütüphane işleri tarikatların ilgi alanına girer. İstanbul’daki merkezler yani âsitaneler organizasyonları hep belirledikleri usul-adab-erkanı takip ederek gerçekleştirirler. Tarikatlar Arap coğrafyasının dışında, Arap olmayanlar arasından çıkmıştır. Farklı coğrafyalardaki tarikatlar, kolonizatör dervişler, halifeler vasıtasıyla kültürel etkileşimleri de yürütür. Kolonizatör Türk dervişleri İslamlaşmada ciddi etkilerde bulunmuşken aynı zamanda Türklerin feth edilen bölgelerde kökleşmesinde öncü rolleri oynamışlardır. Fütuhat kalblerin fethi, Cihadı tamamlama özelliğine haizdir.

Tarikatlar özellikle 16. asırdan sonra Şeriatı asıl görerek irşadlarını yürütür. İmparatorluk bu açıdan Ortodoks bir tasavvuf anlayışını yerleştirmeyi başarır.

Doğudan Ahmet Yesevi ve Mevlana, Batıdan İbn Arabi gibi isimlerin kendi ekollerini getirmelerine mukabil Yunus Emre 1071 sonrası Anadolu terkibinin en bariz ve mümtaz ismi olarak öne çıkıp yerleşmiştir.

 

Osmanlı’da Tarikat-Devlet Münasebetleri

İmparatorluk dönemi tarikatlarla devletin münasebetleri çok girift olmamış, sade ve sınırları belirli bir ilişki düzeyi gerçekleşmiştir. İmparatorluk ne derece tasavvufa açık olsa da devlet vasfının gereğini yerine getirmekten çekinmediği için tarikatları hep dengede tutmuş, kendi çizdiği hudutlarda faaliyette bulunmalarına izin vermiştir. Osmanlı’nın ilk yıllarında Abdallık, Batınilik, Kalenderilik, Cavlakilik, Haydarilik, Hurufilik, Vefailik gibi pek çok heterodoks tarikat faaliyet gerçekleştirirler; 15 ve 16. asırlardaki çatışmalar neticesinde bu eğilimler Bektaşiliğin bünyesine katılmış, tasavvuf ve tarikatlar büyük oranda Ortodoks kalmıştır.

Devletin tarikatlara karşı yaptığı ana düzenlemelerin, yönlendirmelerin, belirlemelerin başında bu heterodoksiye savaş varken aynı zamanda öteki ekollerin güç istençlerini de bastırmaktan çekinmemiştir. Osmanlı padişahlarının ve devlet erkanının hemen hepsi bir tarikata ya müntesip ya temaslıdır.

Devlet tarikatlara teşvikler vermiş, vergi muafiyetlerinde bulunmuş, desteklemeler sağlamıştır; devletin bu iyiniyetine karşın tarikatlardan beklentisi isyan etmemesi, muhalif tutum almaması, baskı unsuru haline dönüşmemesidir.

Tabi Osmanlı’nın devlet aklının bir tarafında Safevi tehlikesi bulunduğundan özellikle heterodoks tarikatlara karşı kendini korumaya almıştır. Celali hareketlerinin dini-tarikat desteği, sürgün edilen şeyhler yanısıra Kanuni’nin Kalender Çelebi’yi idam ettirmesi meselenin dini boyutundan çok siyasi ve askeri tehditle ilgisinden ileri gelir. Niyazi-i Mısri’nin Osmanlı muhalifliği, Nizam-ı Cedid’e karşı çıkan tarikatlar, zaman zaman yabancı ajanların sızması tekkelerin kendi misyonları ve fonksiyonlarının çok ötesine geçebildiğini gösterir.

Başlıca Kadiri, Rıfai, Halveti, Nakşi, Vefai, Mevlevi, Bektaşi, Ekberi’den oluşan on iki ana kola sonradan Osmanlı’da kurulan öteki ekoller eklenmiştir. Bayrami, Cerrahi, Uşşaki, Celveti, Gülşeni, Sümbüli gibi tarikatlar 15-17. asırlarda büyük hesaplaşmayla çıkmış ve yerleşmişlerdir. Batınilik, Hurufilik gibi ekollerin yıkıcı tesirleri Selçuklu’dan Osmanlı’ya intikal ederken mesiyanik tutumlar medreselilerin devamlı gözetiminde kalmalarını gerektirmiştir.

Ebu Suud Efendi ile İbn Kemal toptancılık yaparak dönemin mesiyanik etkilerine bağlı şekilde tarikat mensuplarını kafir-zındık, mülhid, ilan etmişler, büyük oranda da heterodoksiyi temizlemişler sonraki çağlara daha oturmuş, ehli sünnet ağırlığı kavuşmuş tarikat-tasavvuf birikimi bırakmışlardır. Selefleri tarikatlarla mücadele ederken Zenbilli Ali Efendi Zeyniyye’ye intisaplı vazife icra etmiştir.

Medreseliler ile tasavvuf ve tarikatlar arasında sema, devran, musiki kullanımı, usulleri, Kur’an’ın makamlı okunuşu gibi pek çok konuda tartışmalar süregelir. Bihassa 16. yüzyıl sonuna doğru ana kollar, usuller, işlevler yerli yerine otururken 19. yüzyıldaki modernleşmeye, Fransız İhtilali etkisindeki devlet mekanizmasının merkezileşmesine bağlı yeni çatışma alanları kendini gösterir. İmparatorluk, İstanbul’daki asitaneler üzerinden egemenlik sahasındaki tüm tekkeleri de kontrol edebiliyordu. Postnişinler devlet vasıtasıyla güçlendi, sadece beratları yönetimden almaları değil, İmparatorluk coğrafyasındaki insanlara ulaşabilme imkanlarının verdiği erki devletin rahatlıkla kullanabilmesi karşılıklı çıkarı, özerk yetkeyi de beraberinde getiriyordu.

Bu özerklik 1826 yılındaki vakıfları ilgilendiren düzenlemeyle bitti, maaşlarını devletten almaları onların hürriyetlerini de ortadan kaldırdı, şeyhlerin belirlenmesine devlet karıştığı gibi dervişlerin kıyafetlerini, tekkelerin konumlarını da şekillendirmeye yöneldi. Her tarikatın kendi giysilerinden başkasını giyemeyecek olması aynı zamanda “yer bildirimi” manasına da geliyordu. Modern gözetim ve denetim ile tanışan tarikatlar Meclis-i Meşayih gibi kuruluşlarla anlamlı kılınsa da devletten sonraki en yaygın “sivil” teşekküller otonom vasıflarını kaybetmişlerdi artık.

 

Moderne Karşı Modern Çıkış: Halidilik

Modern merkeziyetçi devlet yapılanması hem muhalifini çıkarmış hem bu yeni döneme adapte olan ekolleri doğurmuştur. Halidilik modernitenin merkeziyetçilik ve Fransız İhtilali’nin milliyetçi siyasal alanında güçlenmiş, İmparatorluğun etnik bölünmesinin önüne bir nebze geçmiş, özellikle Kürtlerin yoğun yaşadığı sahalarda İstanbul merkezli kalmayı telkin etmiş Nakşiliğe bağlı bir ekoldür. Tarikatın hâfi zikir, rabıta gibi kendi iç dinamiklerinin ötesinde siyasi ve sosyal manalar bulunur.

Kentli, eğitimli ağırlığından dolayı devlet mekanizmasında yer tutan Halidiliği devlet özellikle etnik sahalarda desteklemiştir. Kuleli Vakası’nda kalemiye, seyfiye, ulema ile beraber Abdülmecid yerine Abdülaziz’i tahta geçirmek için girişimde bulunanlar arasında Halidiler de olmasına rağmen devlet desteği kesilmemiş fakat o saatten sonra her daim “gözetim altında” tutulmuşlardır. Temelde Batılılaşmaya, kafirle Müslümanın siyasal alanda müsavi kılınmasına, modern Anayasacılığa karşı olan Halidiler modernin imkanlarından en fazla faydalanan ekollerin başında gelmeyi de başarırlar.

Hem etnik ayrılıkçılığa hem Şii tesirlerine karşı ciddi mücadele verdikleri için devletin “kontrollü desteği”ni hep yanlarında hissetmişlerdir. Tekkelerin Cumhuriyet döneminde kapatılmasının akabinde Abdülaziz Bekkine, Mehmet Zahit Kotku ile Bursa ve İstanbul’da varlığını devam ettiren ekol İskenderpaşa Camii sayesinde bir merkez ikmaline gitmiştir.

Tarikatların cemaatleştiği ama cemaatlerin hiçbir zaman tarikatlaşamadığı ortamda sivil toplum, medya ve öteki tüzel kişiliklerle tarikat-cemaat vasfını sürdüren ekol, çok yaygın olmasa da doğuşundaki eğitimli, kentli tipolojisi sayesinde bürokrasi ve devlet mekanizmasında “odak”lardan birini oluşturmayı başarır. Son yıllarda tarikat ve cemaatlere yapıldığı belirtilen operasyonlarda, devlet-cemaat münasebetlerinde, iç ve dış tesirlerin yönlendirmelerinde Halidi karakter 19. yüzyıldaki gibi aynen mevcudiyetini ve tesirini sürdürür.

Neoliberal Cemaatler; İrşaddan Şirkete…

Tarikat ve cemaatlerin silsilelerini, devamlılıklarını, düzenlerini 1924 Statükosu bozdu. Tekke ve zaviyelerin kaldırılmasıyla beraber tarikatlar gözlerden uzak, özel alanlara çekilirken, özellikle Tek Parti sonrasında belli iç ve dış tesirlerle köksüz, ne modern cemaat ne geleneksel tarikat denemeyecek şebekevari yeni yapılar zuhur etti. Statükonun zecri laik karakterinin her dönemde kendini göstermesi nedeniyle irşad faaliyetleri hep “beka korkusu” içinde klasik dönemi mumla aratacak şekilde geçti.

Neoliberal iktisadi kaynaklar ve serbetiyet, demokratik yönelimler çevrenin merkeze yakınlaşmasının desteklenmesi, tarikat-cemaatleri şirketleşmeye götürdü. Farklı iş kollarında iktisadi hayatın içine de giren tarikat-cemaatler “kendileri himmete muhtaç” hale gelirken klasik tasavvuf öğretilerini yüzgeri etti.

Dünyeviden sakınmak yerine aksine daha çok sahip olmak yapının geleceğini sağlayacağından “hakikat yolu” “güç-para-siyaset yolu”na evrildi.

Bütçeler arttıkça, güç, prestij, devlet mekanizmasındaki ağırlıklar da kuvvetlenmeye, irşaddan çok kariyer basamağı ve referans aramaya dayalı müntesiplikler de çoğalmaya başladı.

Her büyüyen, güçlenen, zenginleşen yapı gibi tarikat ve cemaatler “güç istenci” kovalarken “güç kirlenmesi”ne tutuldular.

Nihayetinde para-insan kaynağı-kamusal yetke artışının bizatihi kendisi başka hiçbir dış müdahaleye gerek kalmadan kendini özne ve merkez kılmayı getirir. Üstüne bir de kamusal alanda yaygınlık, devlet içinde söz ve etki arttıkça “iktidar oyunu” kendiliğinden doğmaya, siyasi tercihlerde taraf tutmaya, yönlendirmeye varır. Bu da kendi meşgalesini bırakıp “üzerine vazife olmayan” işlere dalanların tümünde gözlenecek tarzda “dikkatleri çeker.” Haliyle iktidar oyunu, tüm iç dengelerin değişimini de getirir. Yalnızca Fetö değil diğer dini grupların da gücünü nereye kullandığına bakılır, siyasal nüfuz kazanma amacı taşıyanlar İmparatorluk’un yaptığı tarzda bu tarikat ve cemaatleri bitirmez, öldürmez fakat kayan şakullerini dengeler, zıvanadan çıkanları yerlerine oturtur.

 

Parçalanmaların, Kavgaların Kökeni

Son yıllardaki bölünmeler ve kavgaların bir yerinde iç ve dış etkiler bulunduğu gibi sürecin kendisinin doğal sonucu da etkili. Tarikatlarda iç çekişmeler, tartışmalar, post kavgaları her zaman oldu. Bunu iktidar ve yer tutma ile açıklamak mümkün elbette fakat insan-ı kamil mertebesine erişmedeki, bir yere intisap etmedeki güç istenci sanıldığından daha büyük ego ve nefs yükselmelerine neden olur.

Seçilmişlik fikri, aidiyet bağı, öteki insanlardan farklılık, dervişlerin bile elitist davranmalarını getirirken, nefsi arındırma ameliyesindeki üstünlük, şefaat, veli, Yaradıcıyla ünsiyet çabası ve ihtimali bile hem ihvanla hem dışarıdakilerle belirgin yarık oluşturur. Bu insani boyutun yanında miras, maddi büyüklük, kendi cemaatini teşkil ayrışmayı körükler.

“Devlet” isterse bu devasa imkanların “parçalanma”sının önüne geçebilir, yine tek postta kalmasını sağlayabilir. Bu da bir bakıma Türkiye’nin konjonktürüyle bağlantılı. Devletle ilişkiler bakımından tarikat-cemaatlerin operasyonlara maruz kalışının, parçalanışının bilhassa kamu zaviyesinden durumuna bakmak gerekir:

  1. Her orantısız ve kendi ontolojik dinamiklerine mugayir büyüyen yapı bir süre sonra geriler, bölünür, çöker. Tarikat ve cemaatlerin geldikleri büyük imkanlar beka kaygılarıyla birleşince korumacılığı tetikler. Korumacılık aksine zafiyeti doğurduğundan farklı özneleri ve gözleri kendine çeker.
  2. Devlet sadece tarikat ve cemaatler değil sivil toplumdan epistemik yapılara kadar her oluşumun, şebekenin kendini geçecek tarzda güçlenmesini istemez. Süreçte müdahil olmasa da “kontrolden çıkış” ihtimalini görünce harekete geçer.

Fetö, devlete bu tür oluşumlara karşı erken müdahale tecrübesi sağladı.

  1. Tarikat ve cemaatlerin içlerinden birinin öne çıkışını, büyümesini diğerleri gibi devlet iradesi de tasvip etmez. Zaman zaman bu tür dengelemeler ve eşitlemeler gelebilir.
  2. Fetö’nün darbe girişimleri evvelinde veya sırasında bu tür yapılara sızarak onları da idareyle karşı karşıya getirme, tüm dini yapılara aynı muamelenin yapılacağı propagandası ile kendi yalnızlığını kapatma, kendini meşrulaştırma girişimleri bu süreci tetikledi.
  3. Devlet tarikat ve cemaatleri belli seviyede tutarken aralarından orayı daha da büyütecek parlak isimlerin ya da heterodoksinin başa geçişine izin vermez. Hep düz ve orta’nın tarafını destekler.
  4. Müphemleşen, aidiyet bağları gevşeyen veya kopan bir ortam tam da tarikat ve cemaatlerin parlamasını, bilhassa gençleri yönlendirmesi, hayatı anlamlandırmalarına yardım etmesi, eni konu sekülerliğe çare olması beklenir.

Vakit dini cemaat ve tarikatların vakti. Fakat onlar pek çok gayrı ahlaki iddialar, mirasyedilik, bölüşüm kavgaları, siyasi taraftarlık gibi kendi varlık şartlarının tam aksi tutum içindeler. Bunda yönlendirici odaklar kadar meselenin kendi dinamikleri etkili.

Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına İslamcılar, dindarlar, tarikat ve cemaatler hiç de hazır girmedi. İtibarı, halktaki meşruiyeti ve geçerliliği kaybolan Kemalizmi İslami kesim siyasi-entelektüel-maddi mirasyedilik ve rant yüzünden tarihselleştiremedi aksine bu değersiz sahip olma tutkusu nedeniyle kendisi itibarsızlaşarak milletin önce gözünden sonra denkleminden çıkmaya yüz tuttu.

Tarikat ve cemaatler kadar tüm İslami kesimin kendi varoluş gerekçelerini hatırlaması, aslî misyonunu, ahlaki üstünlüğünü ahlaklı kalarak benimsemesi, itibarını kazanması ve tözü varoluşa getirmesi gerekir.