Siyasal Alanın Psiko-politiği: Sınırdaki Bireyin Kendilik Korkusu

Bireyler kadar toplumlar da kendini “sınırda” hisseder.

Değer verilmek, saygı duyulmak, kişiliğimize ihtimam gösterilmesini isteriz. Özellikle günümüzde değer verme maddi zenginlik kadar önemseniyor. Özensiz, kaba, saygısız bir çağda yaşıyoruz. Oysa insanlar kendilerine ihtimam gösterenleri değerli kabul ediyor. Hızın, üstünkörünün, çabuğun, yetişme kaygısının hükümranlığı altında kişiler “incelikler”e vakit bulamıyor. İnce düşünmek aynı zamanda düşünmenin kendisi haline geliyor. İnsanlar yaptıklarının kırıcı, yaralayıcı, hırpalayıcı olduğunu bilemeden, anlayamadan sonuçlarıyla yüzleşmek mecburiyetinde kalıyor.

Planlı, tasarlanmış bir davranış etiği geliştirme dönemi geride kaldı; özensiz ve estetikten mahrum yaşayış, varolma biçimlerini etkiliyor. Kendi kırıcılıklarını ölçemeyen bireyler başkalarından estetik, incelik, ihtimam bekliyor. Çağın, bencilliği normalleştirdiği bir dönemde, ben ile bencillik, öz ile özne, birey ile insan arasındaki makas gittikçe açılıyor. Yetişme kaygısı, hayata katılma çabası, varlığını idame ettirme korkusu yani beka tasarımı, inşayı, etik düşünmeyi engelliyor.

Hayata ihtimam göstermeyen, insanlar arasındaki münasebetleri kendi bekaları için organize eden bireyler, topluluklar ve toplumlar tahammül sınırlarını aşan gayrı sahici “medeni davranış” içine girmek zorunda. Halbuki toplumsal ilişkileri ve düzeni insanların “efendilik raconları” değil “ihtiyaçları” belirler. Siyasal alanda, kamusal sahada, topluluklarda asgari uygarlık görüntüleri sergilemek kentlileşmenin, çalışma hayatının bir neticesi. Yine kendi beka savaşını verdiği, hayatla cebelleştiği, iş yaptığı alanda medeniliğin standartlarını gerçekleştiren, enikonu rolünü oynayan insanlar harici sahada lümpenliği koyultabiliyor. Trafikte yol kesme ve arabalara saldırma, ikaz eden ihtiyarı dövme eylemleri, rahatlıkla bir başkasına saldırabilme, eş cinayetleri tahammülsüzlüğün kent kültüründeki artışını ifade ediyor.

Merkezdeki yoksunluklar kentli bireyi, toplulukları ve tüm toplumu sınıra taşıyabilir. Mahrumiyet bilhassa varken yoka dönüşen sürecin sonunda geldiyse birey için “sınırda yaşamak” toplumsal ilişkileri zedeleyecek boyuta da ulaşabilir. Bu açıdan toplumlar ve milletler de sınırda bulunabilir.

İmkanlardan Mahrumiyete…

İnsanoğlu kesinlik arar, Platoncu anlamda görünenin arkasındakini merak eder, hakikat sayar fakat ondan korkar.

Hakikatin bilinemezliği belki de bir umut ve bekleneni karşılar. Hakikatle yüzleşmek, bilmek korkuyu koyultabilir. Güvensizlik, koruma güdüsü, geriye düşmeme, mahrumiyetten sakınma kaygısı günümüz insanının, toplumların temel yaşama biçimi haline geldi. Toplumlar artık sınırda yaşıyor; sadece ABD, geri kalmış ülkeler değil Yeni Zelanda, Norveç, Almanya ve öteki Avrupa ülkelerinde olduğu gibi düşmanlıklar, saldırılar, İslam’a yönelik şiddet dünyanın da sınırda olduğunu anlatıyor.

Sınırda bulunanlar sıradan bireyler, dünyadaki pek çok toplum gibi ülkemizde de “merkezkaça uğrayan” herkesi kapsıyor. Özellikle 2000 sonrasında görece refahla tanışan insanımız Gezi ile başlayan süreçte “yoksunluğa” geçiş yapıyor; mahrumiyet sendromuyla başa çıkmaya çalışıyor. Hem devlet hem kişi bazlı beka bireylerin, toplumların kıstırılmış hissini katlıyor. Merkezdeki refah ve konfor yavaş yavaş bekaya savrulunca Suriye ve terör, 15 Temmuz ve FETÖ, Transatlantik-Avrasya kavgası ve Pastör Brunson, S400’ler, üniversite mezuniyeti sonrası istihdam endişesi, yeni medyanın yarattığı özgürlük ve netvörk zamanla sınırdaki davranışları tetikler.

Mahrumiyet boyutları geliştikçe yeni medyaların aidiyet sağlamaya ittiği ağlar yük halini alır; sınırda’ki birey şiddetsiz saldırganlığa evrilir.

Ağlara daldıkça mahrumiyet eksilmiyor; konfor seviyesi düştükçe saldırganlık, hayal kırıklığı, engellenmişlik, güvensizlik birbirini sürüklüyor. Y Kuşağı tartışmaları, son seçimdeki yeni müşterekler, siyasal alanı değiştiren hayali kolektiviteler ve sanal anarşistler gerçek hayatta katlanma katsayısını düşürüyor.

Kimse kimseye katlanmak istemiyor.

Hele ki kendi imkanlarının, mukayese edilen kişiden düşüklüğü aynı toplulukta yaşamayı zul gösteren katlanılmazlığı çoğaltıyor. Kendisinden başka herkesin hatalı olduğunu savunanlar gittikçe artıyor. Tatmin edilmeyen, karşılanmayan isteklerin bunda payı olduğunu psikoloji ilmi söylüyor fakat aslında süreç “önü alınamayan talep etme” özgürlüğünü çoğaltmaktan yoksunluğa evrildikçe insanoğlunun benliği kendiliğinden beliriyor. Engel tanımayan bir irade, pompalanan tüketme egosu mahrumiyetle karşılaşınca sınırda davranışlar sergileniyor. İyiden iyiye sahte gülücükler, acı gülümseyişler, yalandan mutluluk gösterileri…

Sınırda Yaşamanın Manası

İnsanoğlu kendisi hakkında gözlem yapabilme gücüne çok da sahip olamaz. Nereye gittiğini, nereye evrildiğini ancak ve çoğu zaman iş işten geçip, “yeni oluş”ta kendini bulduğunda fark edebilir. Toplumlar da öyle… Yeni bir dönem başlayınca oldukları yerin bilincine varırlar, “oluş” esnasını, akışı çoğu zaman takip edemezler. Bazen dış etkenler, iç sesin zorlamaları bireyleri ve toplumları kaldıramayacakları yükün altına sokabilir. Tahammül sınırlarının aşılmasından bahsediyoruz…

Barış Pınarı harekatı engellenmiş siyasallığın tezahürüydü. Toplum yapımız ani baskılara sert karşılık verirken hafif ama sürece yayılan tazyikleri, sıkletin niteliğini çok kavrayamıyor, en nihayetinde “patlama noktası”na geldiğinde meseleye vâkıf olabiliyor.

Gezi’den yeni sisteme geçiş, 17-25 Aralık-15 Temmuz-hendek çatışmalarından ekonomik operasyonlara ve standartların düşmesine kadar geçen olaylar silsilesi Türk toplumunu sınırda yaşamaya itti.

Sınırda yaşam griyi kabul etmez, siyah ile beyaz tercihlerinden birini içerir. Belki de yerel seçimlerde yeni müşterekler, yeni seküler dalga, dünyeviliği tercih edenlerin dışında dindarların da kültürel ve siyasi tercihlerinin değişmesi sınırda yaşamayı seçtiğimizi gösteriyor. Barış Pınarı harekatının ülkeye en büyük faidesi “öngörülemez”liğimizi yeniden hatırlamamız olabilir. Uçlarda yaşamaya alışkın millet yapımız tarihsel kökenlerinin yanında aktüel manada da sınırda bulunmaya devam ediyor.

Dünya sisteminin küresel şirketlerle ulus devletler arasındaki çatışmasının bize baskı şeklinde gelmesi, Avrasya-Transatlantik seçkisi, ulus devlet tehlikelerinin zuhuratı toplumu sınırda tutmayı başarıyor. Bireyler, toplum, belki buna Y kuşağını bile dahil edebiliriz; tutarsız, değişken, kaotik, fırtınalı bir hayata teşne. Bu, coğrafyanın değişkenliğinin bir sonucu aslında.

Öngörülemeyen bir siyasal hayat bulunduğumuz jeopolitikte bizi rehavetten, konforun sürekliliğinden, huzurdan uzaklaştırıyor, istim üzerinde yaşamaya alıştırıyor. Sürekli tehdit algısı nedeniyle arkasına bakan insanlardan kurulu bir toplumda yaşıyoruz. Gelecek garantisi hem öngörülemeyen millet vasfından dolayı var hem çok da net değil. Buna zaman zaman yeteneğiyle, eğitimiyle, tecrübesiyle yükselebilme ihtimalinin kaybolduğu anları da eklerseniz sınırda bir hayata daha çok ısınmanız gerekir.

Sürekli bir boşluk hissiyle yaşamak sınırda bulunmanın göstergesi. Güçlü otorite-lere rağmen hayatlarımızdaki boşluklar zaman zaman çoğalıyor bazen azalıyor ama hiçbir zaman kaybolmuyor. Bireysel duygu coşkunluklarının şiddete dönüşmesi, toplumsal afazinin zamanla felce evrilmesi “büyüklük vurgusu”nun aynı tonda gerçekleşmemesinden ileri geliyor.

Sınırda yaşayanlar, her an patlamaya hazır durur, cinnet sebebi bulur, asgari medenilik standartlarını zorlar, “gözünün üstünde kaş” arama toplum kimliğimizin özetidir.

İslamcı-Dindarların Terk Edilmişlik Sendromu

Birey ve topluma bağlı biçimde farklı gruplar da genelin yanında özerk sınırda yaşamlara, psikolojiye sahip. Türkiye’de dindarlar, muhafazakarlar, İslamcılar “sınırda” yaşamaya doğru yol aldı.

1980’lerden önce hatta 2000’lere kadar çevrede yer alan, sonrasında merkeze gelen dindar-İslamcı kesim temsil edilmeden katılıma geçtiği için erke kavuştu. Öyle bir ulus devlet ki Türkiye, merkez-çevre dengesi sürekli değişebiliyor. Sol-liberal ortaklaşmasından Cumhur İttifakı’na geçişle beraber pek çok politika bu aşamada değişti, bayrak, vatan, marş simgeselliği etrafındaki milli-yerli retoriği İslamcılar da sahiplendi. Gezi ile başlayan dönem elbette dejenerasyonları beraberinde getirdi.

İslamcılar arasında “ben demiştim” yarışmasının en bariz sebebi de yönelimlerin takip edilebilecek oranda rijitliği.

“Bekliyoruz”… İslamcıların, yavaş yavaş geldiği yere yani çevreye giderken sık sık kullandığı kelimelerden.

Buna mesela seküler ulusalcıların son yıllardaki aktivitesi, etkinliği, merkezde yer bulmasını yahut dindarların bile “olmasaydın olmazdık” türünden sahiplenmesini eklemek mümkün. Bu sınırda durumlar elbette İslamcıların, dindar-muhafazakar kesimlerin kendini “durdurulamaz yeme isteği”, “deli gibi araba kullanma” itkisine de itebilir, “patlamamış, serseri mayın” vaziyetlerine de…

İnsanı ve toplumu sınırda yer almaya belki en çok “terk edilmişlik”, “kapıya konulmuşluk” sendromu iter. İnşacı tutum sergilemeden habire dürtüleriyle hareket eden insan eninde sonunda reflekslerini ayarlayamayacak duruma gelir. Sınırda yaşama “değersizlik” hissi de vesile olur. Kimlik karmaşası, siyasal alanda ağırlığı teşkil ettiremeyince başka yapılarla bir araya gelme mecburiyeti kimlik bunalımını, kendilik açığını doğurur. İslamcı-dindar-muhafazakar kesim çok ilgiden, eyleyen, eyleyebildiği zannını çoğaltan kültürden terk edilme, kimlik aşınması, kendilik kaybı, değersizlik hissine kapılınca, sınırda davranışların sınırına varabilir. Aşırı ilgi ve merkez gücünden düşme duygusal yoksunluğa, kaotik düşünce ve davranış kalıplarına yönlendirebilir.

Çevreden gelmenin verdiği eziklik bir süre sonra aşırı değer ve anlam yüklediği şahısların normalleşmesine bağlı kahraman yitimi “dayanıksız” İslamcı-dindar kitleyi “dayanak-sız” bırakıp fırtınalı ilişkilere sürükleyebilir. Nitekim yerel seçimlerdeki tablo “istinat”, “dayanak” arama çabası sınırda bulunan toplumun dengesiz kalışının sonucuydu.

Hegel Sentezi

Neoliberalizmle dünya bilindik toprak temelli İmparatorluk yerine çokluklara, hegemonyaya, küresel şirketlerin ve finans düzeninin getirdiği merkezsiz, yersiz yurtsuz imparatorluklara evrildi. ABD bu yeni Küresel Medeniyet’in amiral gemisi, kaptanı, İmparatoru olarak vazife yapsa da “ağ” zaman zaman ulus devletleri devre dışı bıraktı. Aşırı tüketime pazar bulma ihtiyacı çevredeki ülkeleri, gelişmemiş yahut gelişmekte olanları da kapitalist mekanizmaya eklemledi. Tüketim dünyadaki her bir topluma girdi. Sonuçta Türkiye’nin 80 sonrasında yaşadığı neoliberal dönüşüm zihniyetleri, felsefeyi, insan gerçekliğini ve gündelik hayatı değiştirdi. Hizmet sektörü kalkınmanın motoru olurken özelleştirmeler hızlandı, sıcak paraya dayalı bir iktisadi düzen tesisine geçildi; ithal ikamenin yerinde yeller esiyordu artık. Sıcak para siyasete, istikrara, güvene dayalı bir ortam gerektirdiği gibi bolluk ve görece konfor demekti.

Neoliberalizm konforu sürekli kılamasa da konformizmi yerleştirdi. Neoliberal zaman diliminde otonom birey, konfor için var olma felsefesi, menfaat için yaşama, tüketim ve maddi kültüre sahip olma, refah bencilliği, çoğulculuk başlığında özerk menfaat gruplarının teşekkülü gerçekleşti. Bu, devlet aygıtının imhasını, millet bağının çözülmesini yedeğine alınca toplum sınırda durumun bir başka versiyonuna geçmiş oldu. Dengesiz, şiddete varan, kaotik değil ama “bencil konformizm” toplumu ayrıştırmaya başladı.

Hegel’in sendromunu ülkece hepimiz yaşıyorduk artık.

Hegel Fransız İhtilali’ne ilkin sevinir, ilkelerini çok yerinde görür fakat sınırsız kişisel ilişkilerin tesisiyle toplum yapısının çökeceğinin, egoizmin etkili kültür olacağının farkına varır. Fransız İhtilali ilkelerini “Alman idealizmi”yle birleştirmeden “dünya tini”nin ortaya çıkmayacağını savunur.

Neoliberal siyasallık Türkiye’de benzer bir yönelimi getirdi, konfor, konformizmi doğurdu, konfor gitmesine rağmen konformizm aynen kaldı. Beka söyleminin sadece Türkiye için değil birey, topluluklar, kolektiviteler için de geçerli hale gelmesinin nedeni bu neoliberal siyasallık. İnsanın özgürlüklerinden vazgeçmeden, bireysel yetkesinden, iradesini özgürce kullanabilmesinden taviz vermeden de toplumsal yaşam, devletin devamlılığını sağlamak mümkün; kerim devlet biraz da bu siyasallığın sonucuydu. Sınırda yaşamlara geçmeden vasat ümmet dahilinde bir toplum kerim devlet için mümkün.

Cumhuriyet öncesinde farklı etnik, kültürel kimlikler İslam başlığı altında bir araya getirilip millet bağı teşekkül etmişti. Bu asgari medeniliği de sağlıyordu; kerim devletin millet düzeni nizam ihtiva ettiğinden medeni yani asgari müştereklerde davranış sağlanıyordu. Cumhuriyet sonrasında İslam’ın tesiri silindikçe, farklı yapılar, etnik kimlikler, kültürel dürtüler kendi özerkliklerini hatırladıkça hoyrat, kaba, özensiz bir varoluş sergiliyor. İhtiyaçları tatmin edilmeyince lümpen, reflektif hatta sınırda davranışlara geçebiliyor.

Kendi Olma Korkusu

Sınırda sallanmanın, değersizlik, hiçlik, terk edilme, kahraman imgesinin yıkılması, boşluk, dayanak-sızlığın temel nedeni kendilik korkusu… Kendi olamama değil tam tersi kendi olma korkusu… Kendi olma çabası ve sorumluluğunu kaldıracak bir psikolojik atmosferde bulunmuyoruz, siyasal alanda kendilik de zaten 200 yıldır pek makbul değil.

Kendilik korkusu, kendilik kaçkınlığı hep başkasının tarlasını sürmenin verdiği keyfle ilgili. Efendinin tarlasını süren işçilerin araziyi kendilerinin gibi sunma psikolojisi siyasal alandan kültürel sahaya, fikir hayatına kadar uzanır.

Kendilik korkusu yaşayan kendilik kaçkınları ödünç yaşamayı, krediyle var olmayı, borçlu hayatı tercih ettiği gibi bunu bir oluş biçimi, ideali gibi de sunar.

Distribütör Türk düşüncesi kendilik kaçkınlığının en bariz nişanesidir. Sosyalizmden ulusçuluğa Türkiye dışındaki yönelimleri ülkeye getirip pazarlamaya çalışanlar kendilerine biçilen rolleri oynayarak var olduklarını, düşündüklerini, eylediklerini zannedecek. Sınırda yaşamaya geçen millet kendilik kaçkınlığını zirveye taşımış demek.

Kendiliği aramıyoruz Sisifos Söyleni’ndeki gibi bize yüklenenleri menzile götürmeye çalışıyoruz, tam zirveye varacakken bir el onu tekrar aşağı atıyor, biz sorgulamadan tekrar yüklenip yokuşa koyuluyoruz.

Kendilik kaçkınları kendi tarlasını beğenmez, hatta utanır.

Kendi tarlasını ekerek muhannete muhtaç olmadan yaşamayı denemek yerine efendinin bağına bakarak caka satmayı terk ettiğimizde sınırda yaşamaktan da, sürekli var olma kaygısı yaşamaktan da kurtulabiliriz!

13.11.2019