12 Eylül darbesi, Ülkücüleri, değer verdikleri devletin kendilerini dışlaması nedeniyle dini olana hatta İslamcılığa sevk ederken; Gezi ile başlayıp 15 Temmuz ile devam eden darbe girişimleri İslamcıları dini grupların şerrinden devlete yönelerek kurtulmaya, yer yer Ülkücülüğe yönlendirdi!
Öyle ki 15 Temmuz sonrasındaki konjonktürde İslami eğilimleri baskın olanlar da özcülük, simgesellik, mitolojik kültürellik nedeniyle özensiz milliyetçiliğe yerleşmeye başladı.
Bu yönelimleri belli bir siyasi yönlendirme, komplo gibi değerlendirmenin ötesinde Türkiye’de devlet mekanizmasının işleyişi, siyasal alanın yapısı, dünya sisteminin yönelimleri çerçevesinde okumak gerekir. Türkiye’de siyasal alanın Tanzimat sonrasında modern tarzda örgütlenmeye başladığı gerçeğinden hareketle Kanuni Esasi, Meşrutiyet, İlk Meclis ve 1924 süreçlerini, batılılaşma merkezli “resmi ideoloji”nin, statükonun kuruluşuna bağlayabiliriz.
Din ü Devlet Arasında Resmi İdeoloji
1071 sonrasında “kendiliğinden” şekillenen Türkiye’nin nomosu; İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgası aslen “din ü devlet” ve İbn Kemal ve pek çok mütefekkirin zikrettiği “din asıl devlet onun feridir“ anlayışına dayanır.
Zaten 1071 sonrasındaki vatan, millet ve devlet şekillenmesi aslen İslam’ın varlığına bağlıdır; bu unsurların hepsinden önce İslam bulunur, Anadolu’yu vatanlaştıran, millet bağını kuran, devlet mekanizmasını organize eden İslam’dır. İslam’ın fetih anlayışına dayanan gaza, büyümenin asli nedeniyken dağılma döneminde, İstiklal Harbi’nde bu sefer kurtuluşun saikidir. Zaten Türkiye’nin inşasında temel kurucu irade ve ruh İslam’dan ötesine gidemez!
İstiklal Harbi, İstiklal Marşı ve kurucu Millet Meclisi İslam ile teşekkül etti. Türkiye İmparatorluklar döneminin tarihten kazınmasının, ulus devletlere geçilmesinin ardından “küçük bir İmparatorluk” biçiminde, bir İslam devleti olarak kuruldu.
Batıcı statüko İkinci Meclis ve 1924 yılındaki Hilafetin İlgasıyla sağlamlaştı; 1928 yılında “devletin dini din-i İslam” ibaresinin çıkarılması, harf inkılabı, laikliğin anayasaya girmesi, Amerikan dünya sisteminin ayak sesleriyle başlayan dini iyileştirmeler, DP yönetimi ve Atatürk’ü Koruma Kanunu, 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat “olay”larıyla siyasal alanın temel kaidelerini, ideolojilerin nerede duracaklarını, fikir hareketlerinin, marjinalliğin, taleplerin sınırlarını belirledi. Tek bir bünyede ifade edilen İslam-devlet-millet kavramları birbirinden ayrıştırıldı. Zaman zaman yapılan politikalar, fikri, kültürel yönlendirmeler tamamıyla simgesel boyutta kalarak kopukluğun tamir edilmesine dönük gerçekleştirildi.
Türkiye’de siyasal alanın “tek ideolojisi” muhafazakarlık İkinci Meclis konjonktüründe belirlenmiş, yerleştirilmiştir.
Cumhuriyet idaresi hiçbir zaman din ile irtibatını tamamıyla koparmadı. İslamcı gelenekten, Batı modernitesinin Kilise’den ayrışma evresinde tanımladığı “gerçek din” anlayışından beslenen Kemalistler, dini tümüyle yasaklamak yerine kurumsallaşan, gündelik hayatı belirleyen, kamusal alana hitap eden din yorumu yerine vicdanlara sıkıştırılan bir İslam tanımı yaptı. Halkın dini inanışını bir yönüyle zararlı görürken aynı zamanda o kanalın önünü tıkamaktan kaçındı. Hurafe, bidat eleştirisi ile beraber millet uhdesindeki dini hayata çok fazla müdahalede bulunmadı. Fakat 1927 yılındaki İslam’da reform çalışmalarında görüldüğü gibi formel değişiklikler yanında inkılaplarla kamusal alanda İslam’ın oynadığı rolü etkisizleştiren icraatlar gerçekleştirdi. Ortalama muhafazakarlık bu süreçte bir “uzlaşma” zemini tesis ederek her türlü “aşırıcı”lığın önüne geçti.
Modernleşme süreciyle beraber devlet mekanizması Batıcılığı seçtiği, moderniteyi hedeflediği, Batı medeniyetinin kalkınma paradigmasını taklide başladığı için İslam düşüncesini, felsefesini çağdaş yönelimlere göre özünden sapmadan yenilemeyi başaramadı. Modernleşmeyi ve kalkınmayı gerçekleştirmek için Türkiye’nin Nomosu’yla çatışmaya, millet bağını kuran değerleri düşmanlaştırmaya, halk ile sık sık karşı karşıya gelmeye başladı.
Kültür ve medeniyet kavramlarının açtığı boşluk büyüdükçe modernleşme yalnızca zihniyete, değerlere sıkıştırıldı, Batı medeniyetinin Aydınlanma merkezli felsefesi pozitivizm, rasyonalizm, Kartezyen düşünce ikame edilirken din boyutu önce laik sonra seküler düzeye çekildi.
İkinci Meclis’ten sonra “Din ü devlet” arasına “resmi ideoloji” girdi; din, devlet, idarenin ideolojisi ve halk birbirinden ayrıştı. Bu da ister istemez halkla devlet değil ama Batıcı resmi ideoloji arasında kopmalar, çatışmalar doğurdu.
İdeolojilerin Doğuşu ve Dönüşmesi
Resmi ideoloji temsilcileri bu gediği, halkla açılan arayı kapamak için zaman zaman “muhafazakar reformlar”, politikalar geliştirir.
Türkiye’de muhafazakarlığın her türü, dini-milliyetçi-sol-sosyalist muhafazakarlıklar statükonun, yeni siyasal alanın ideolojisi olarak belirlendi.
Türkiye’de İslamcılık düşüncesi İmparatorluğun son dönem “resmi ideolojisi”ydi. Devlet mekanizmasının, İslamcılığın temel kaygısı İmparatorluğu kurtarmak olduğundan “yurtseverlik” merkezdeydi. Milliyetçiliklerin açtığı yarayı tedavi etmek, unsurları bir arada tutmak için Osmanlıcılık devreye alındı; tutmayınca 1071’de kurulan Nomos’a, İslam-Türk-ehli sünnet-gazaya dönüldü. Arapların da ayrılmasıyla Çanakkale, İstiklal Harbi millet bağını kuran İslam’ın, gazanın canlılığıyla gerçekleştirildi.
Sonraki süreçte Cumhuriyet idaresince bu Nomos İslamcılığın alamet-i farikası sayıldığı için terk edildi.
Amerikan dünya sisteminin Büyük Harbi kazanmasıyla Tek Parti, 1939 yılında başlattığı, muhaliflerle arayı düzeltme politikasını, dini serbestliklere evriltti. Demokrat Parti yönetimi, ezanın aslı gibi okunmaya başlaması resmi ideoloji ile halkı yakınlaştırdı. Mesela Atatürk’ü Koruma Kanunu bu yakınlaşmanın bütünleşmeye evrilmeyeceğinin, klasik Nomos’a dönülmeyeceğinin, “din asıl devlet ferdir” görüşüne gidilmeyeceğinin göstergesiydi.
27 Mayıs ile beraber artık “liberalizasyon” en yüksek zirvesine çıktı. ABD dünya sisteminin muştusu demokrasi Türkiye’de de çevre ülkelere has “denetimli serbestlik” metoduyla yerleştirildi. Anayasal güvenceler, siyasal alanı genişletti. Siyasal alan her tür ideolojiye açılırken bu sefer İmparatorluk mirası “çevreler” ideoloji çatısına girmeye yöneldi.. Milliyetçilik altında varlık gösteren İslamcılık ve her tür dini muhalefet hatta Büyük Doğu dergisinde de yazan Kemalistler, sosyalistler “Türkiye merkezli”liği geçerek ideolojik kompartımanlara yerleşti.
İslamcılık, milliyetçilik, sosyalizm başlıkları altında pek çok hüdayi nabit tarikat, cemaat, örgüt, mitolojik Türkçülükler, Anadoluculuklar, siyasal yönelimler belirginleşti. Her halükarda dönem “Türkiye’nin yönünü” aramaya matuf çıkarımlara dayanıyor, 3. Dünya kalkınmacılığının unsurları sayılıyor, Türkiye nasıl kalkınır, büyük, sanayileşen Türkiye sloganları atılıyor, dini-sosyalist argümanlarla maneviyatçılık, milli demokratik devrim, mukaddesatçılık, proleter öncülük gibi kavramlar sıralanıyordu.
1970’li yıllara gelirken Türkiye İşçi Partisi yerli sosyalizm ihtimali tüketilerek kapatıldı, yerine örgütler ve Ortanın Solu doktrininde Ecevitçi popülizmi içeren sosyal demokrasi; siyasi İslam başlığı altında İslamcılığı partileştiren Milli Görüş; her tür milliyetçiliği absorbe edip siyasal alandan dışlayıp CHP 6 Oku’nu rehabilite edip 9 Işık’a evrilten Ülkücülük kaldı.
Artık 1960’lardaki İslamcıların da korkuları arasında yer alan antikomünizme kilitlenen, ABD dünya sisteminin ulus devlet reflekslerini sahiplenen, önceleri sol 1980’lerden sonraysa PKK karşıtlığından başka üretimi olmayan Ülkücülük, milliyetçiliği domine etti.
İslamcılık ise 70’lerden ayrışma adına farklı yönelimlere girerken Milli Görüş kanalına bir şekilde eklemlenerek, kah “parti şirk”tir sözleriyle kah resmi ideoloji unsuru denilerek özellikle devlet, bayrak, marş simgeciliği, etnik hassasiyetler üzerinden ciddi çatallanmalara uğradı. İslamcılık bünyesindeki geniş kanatlar vesilesiyle pek çok tartışmayı, teklifi konu edebilen genişlikte, çeşitlilikteydi.
Refah Partisi deneyimi İslamcıları çok da etkilemedi fakat uzun AK Parti iktidarı “partiye mesafeli” radikallerden tarikat ve cemaatlere kadar İslamcıların değil yalnız toplumun tamamının “şuur merkezleri”ne, grup aidiyetlerine değdi. Haliyle İslamcılık, İslamcıların arkasına düşerek “fiili ihtiyaçlar”ın gölgesinde kaldı. Merkezden pay almak bunların en başında geliyordu.
27 Nisan bildirisi, parti kapatma davası, Gezi ve 17-25 Aralık ve 15 Temmuz bu sefer “beka kaygısı”na götürdü işi. Öncelikle İslamcıların, muhafazakarların sonrasında da iktidarın getirdiği görece refah ortamının dağılmasından endişe eden seçmenlerin iktidara destekleri arttı.
15 Temmuz sonrasındaysa artık klasik iktidar reformlarından ziyade “korumacılık” öne çıkmaya başladı. Korumacılık AK Parti’nin klasik muhafazakar demokrat kimliğinin dışında değişimi, dönüşümü, yenilenmeyi, projeleri askıya alıp varolanı sahiplenmeye dayanan, mitolojik, özcü milliyetçilik ve dindarlık unsurlarıyla desteklenmiş yeni tür muhafazakarlığa evrildi.
İslamcılar Tezlerini Unuttu!
Türkiye’deki siyasal alan dönem dönem bazı “olaylar”ın sonucunda fikir hareketlerini, ideolojileri, kitleleri, aydınları muhafazakarlaştırır. 1924 sonrasında Hilafetin de kaldırılmasıyla kitleler “savaş yorgunluğu”nun da tesiriyle “yeter ki vatan dursun” kaygısı etrafında inkılapları “karşı çıkmadan reddetmişti.” Şedit uygulamalardan kaçtıkça yeni statüko ve muhafazakarlık biçimleri, resmi ideolojinin halkla bir araya gelme stratejisi de kusursuz uygulandı.
Ezanın aslıyla okunması bunlardan biriydi; Demokratları, sağcılığı, ANAP ve dört eğilim muhafazakarlığını çekilir kıldı!
Buna antikomünizmi, Özal neoliberalizmini, 28 Şubat ve 15 Temmuz’u eklemek mümkün.
Bu açıdan Türkiye’de muhafazakarlık, dini serbestlik öncelikle liberalizasyon sonrasında Tek Parti korkusunu izale etme manasına gelir.
Bilhassa 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’nin beka kaygısı beka savaşı bir bakıma İslamcılarda, dindar kesimde de yaşanmaya başladı. Klasik muhafazakarlık bile kaygıyı izale edemedi; ulus devlet reflekslerine sığınarak “resmi ideoloji” şemsiyesinin altına sığınıldı.
İslamcılar bir “nizam inşa etme” çabasında olmadıkları için korunak aramaya girişti. İslamcılar sadece siyasi bazda değil asıl entelektüel manada karakteristik düzen teklifinde bulunmadılar. İslami dönüşümden, kültür savaşı vermekten, değişimi savunmaktan imtina ettiler.
- Yeninin fıkhı düşünülmedi, tartışılmadı.
- Kapitalizm dışı bir iktisadi sistem kurmaya yeltenmedi; tam tersine kredilerden, faize kadar kapitalist ilişki biçimlerinin tüm unsurlarına entegrasyon sağlandı.
- Neoliberal uygulamaların İslamiliği, kerim devlet ölçüsü tartışılmadı, mesela özelleştirmelerin fıkhı konu bile olmadı.
- Dünya sistemi dışında arayışlara girilmedi, kendi siyasi referansları sloganların ötesinde kullanılmadı.
- Merkez-çevre dışında siyasal alana katkı sağlanmadı, projeler yalnız merkezde bulunmaya yönelik kurgulandı.
- Kalkınma-ahlak dilemmasının dışında yeni değer-etik oluşturulmadı.
- Ahlak, milliyet, tarz-ı hayat, ekonomik refah döngüsünden ibaret bir felsefe tıkanmayı, o da dünya sistemi içinde çare arayışını getirdi.
- Başörtüsü kavgasından feminizm kavgasına evrilen dar bir sosyal hayat, aile zihniyeti işletildi.
- Gelenekselciliğin aynen yaşatılmasına dayalı kültür fikri canlı kaldı.
- Erdal Öz mektuplarında 1960’lı yıllarda meyhanelerin Ramazan nedeniyle kapalı olduğunu anlatır. İslamcılar gündelik hayatın İslamileştirilmesi ve böylece sistem karşısına çıkılması fikrine hiçbir zaman sahip olmadı. İslamcılıkla öteki muhafazakarlıklar, milliyetçilikler arasındaki fark İslami dönüşüm, gündelik hayatın, hukukun, ekonominin İslamileştirilmesidir.
İslamcılar “kamusal dindarlık” dışında çaba sarfetmedi.
- İslamcıların ulusçulaşma, Kemalistleşme nedenlerinin başında İslam’ı sadece ibadet, itikat görmeleri gelir. Kamusal alanda başörtüsünün rahatlıkla kullanılması “daha ileri” talepleri engellemiştir.
Siyasal Alanı Belirleyen Ekonomi
İstiklal Marşı’nın Meclis’te kabul edilip okunması esnasında ayağa kalkmayanlardan biri de Tunalı Hilmi idi; Samet Ağaoğlu Kuvayı Milliye Ruhu kitabında Şeriata Tunalı Hilmi’nin bile hürmet ettiğini kaydeder. Süreç sekülerliğin hatta laikliğin merkeze gelerek yerleştirildiğini çok net belirginleştiriyor. Muhafazakarlık, sağcılık, ulusçuluk, milliyetçilik, İslamcılık ayrımlarında kıstas İslami dönüşüm, gündelik hayatın, hukuk ve iktisadın İslami olanla tarifinde düğümleniyor.
Muhafazakarlık ve seküler milliyetçilik hemen devreye girerek İslamcılık-Müslümanlık ayrımına gider. Yaşayan İslam’ı gündelik hayattaki sahici dindarlığıyla İslamcılıktan ayırmaya çalışırken kamusal iddiasızlığı üzerinden sahih konumuna getirip sistem meselesinin önünü tıkar.
İslamcılar İslam’ın ontolojisini unuttukları için küçük beka sorunu karşısında kendi varlık alanlarını koruma adına reflektif davranıp simgeler üzerinden biraz da milli-yerli furyaya tutunur. Bu da ister istemez geniş çaplı, sistem merkezli düşünme pratikleri yerine yalnızca “terör” merkezli, tek boyutlu davranmaya iter.
Halbuki Türk siyasi hayatında Demirel’in de dediği gibi en devrimci güç “tencere”dir! İktisadi düzen tesis edilmediğinde, küresel kapitalizmin operasyonları birkaç cepheden gelebilir.
Milli ve Yerli’nin Kimliksizliği
Neoliberal İslamcılığın sona erdiği 2015 itibariyle yerli ve milli bir düzey çok geniş sahaya yayıldı. Esasında bu yerli ve millilik 1960’ların yeniden üretilmesi, piyasalaştırılmasından ibaretti. 1970’li yıllarla birlikte Kemalist resmi ideoloji ile devleti özdeşleştiren İslamcılar, etnik iddialarını İslamcılık olarak sunanların da tesiriyle devlet, vatan, millet kavramlarına mesafeli davrandı; “tağut rejim”, “cahiliye toplumu”, “namaz kılınan her yer vatandır” sloganlarının yanında, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’un “ulusçu”luklarını görmeden ulus devlet karşıtlığı, temelsiz ümmetçilik ve İslam birliği gibi mevzularla zemini kaybetmişler ama İslami bir düşünceyi entelektüel boyutta geliştirmişlerdi.
Süreç neoliberal İslamcılıkla merkeze yürümeye yönelip İslami dönüşümü arka plana itmeye evrildi. 2015 sonrasındaki milli ve yerli evreye 15 Temmuz eklenince İslamcılar Gezi olaylarında farkedilen ama savsaklanan “devletin varlığı”nın önemini “tecrübe etti”.
Milli ve Yerli dönem 60’ların, “önce Türk mü İslam mı?” sorusunu geride bırakarak, 1071 vurgusunu artırmaya, devlet ebed müddete, bin yıllık şanlı tarihe, cihan hakimiyeti mefkuresini dillendirmeye yöneltti. Gezi-Hendek Savaşları-FETÖ darbe girişimleri Türkiye’de olaydan ontolojiye geçişin, siyasal alanı dizayn etmenin en bariz örneği olarak şekillendi. İslamcılar İmparatorluğun son döneminde “milliyet” kelimesini ümmet ile birleştirmeye, anlamlandırmaya, devlet varlığının hayatiliğini “İslam’ın son yurdu” vurgusuyla tanımlamaya çalışmışlardı; Gezi-Hendek-15 Temmuz “olay”larında bunlar varoluşsal kılınmaya yöneldi.
Bir yönüyle İslamcılık Osmanlı İslamcılığına yakınlaşırken öte taraftan bilhassa resmi ideolojinin bayramlarındaki tutumlarla, simgecilikle, özcülükle sentezlenen durumlar ciddi manada Kemalist hatta banal milliyetçiliğe öykündüğünü gösterir.
Hannah Arendt’in dediği gibi, “bazı masumiyetler büyük bedeller ödetir.” Pek çok ülkede ciddi biçimde idareye gelenler eski elitleri yıktıkları halde yerine yenilerini koyamadıklarından yine eskiye teslim oldular.
İslamcılık topyekûn bir sistem öngörür; halbuki İslamcılar bu kaynaktan beslenmek yerine ulus devlet korkularından oluşan siyasal alana hapsoldu. Öze dönüş aynı zamanda model geliştirememenin, üretememenin, yenilenememenin göstergesidir.
Türkiye’de İslamcılar yeni düzen, yeni ilkeler, yeni erdemler, yeni kadrolar, yeni modeller ve projeler teklif edemedi. İktisadi hayatın siyasal alanı yıkan, yenileyen gücü, refah ve kalkınmanın yerinde saymasıyla hareketlendi, dönüşümler gerçekleşmeyince İslamcılar özensiz milliyetçiliğe sığınmak zorunda kaldı.
03.11.2019