Siyasal alanın meşruiyet kanalları dünyada hiyerarşi kavramının oluşmasından beri aynı esasında. Hiyerarşi dünyanın, simgesel düzenin birincil güçlerinden… iktidar kurma ile özgürlük arayışı arasındaki makas hiçbir zaman kapanmadı. Özgürlükleri uç noktalara kadar götüren bir iktidar özlemiyle iktidarı rahat bırakarak saltanatı koyultacak bir özgürlük anlayışı ne kadar ideal, ne kadar iyi olabilirdi oysa!

İnsanlar hiyerarşi ve mekanizma arasında, simgesel düzenin içinde bir kendilik arar; refah, güvenlik, huzur sağlandığı sürece bakarsanız özgürlük de, mekanizma eleştirisi de arka plana atılabilir. Siyasal alana muhteva veren her tür insani, hiyerarşik, topluluk niteliği aynı kalırken konjonktüre, döneme, “ihtiyaç skalası”na göre değişiklik gösterebilir.

 

Gezi, Milat!

Türkiye’de AK Parti döneminden sonra siyasal alan hayli genişledi.

Bakarsanız Gezi olaylarına kadar partinin geliştirdiği politikalar nedeniyle siyasal alana yeni aktörler, özneler, katılımcılar eklendi. Sadece “açılımlar”a bağlı çevre aktarımından söz etmiyorum, yeni teknolojilerin, yeni iktisadi faaliyetlerin, yeni kamuoyu kanallarının belirmesiyle siyasal alan genişledi.

İslamcılar, Kürtler, Aleviler, irili ufaklı pek çok kültürel yapı siyasallaşıp etnik kimlik iddiasıyla siyasal alana katıldı. Buna neoliberal düzene doğan gençleri en başa eklemeli…

Her ne kadar neoliberal gençliği sadece özgürlük, otorite karşıtlığı, sekülerlikle açıklamaya çalışsalar da “gelecek kaygısı”na eşlik eden “istihdam endişesi” ve sabit maaşlı küçük burjuva özlemi siyasal alanı şekillendirdi.

Siyasal alan siyasi parti tabanlarına benzemez, homurtular disipline edilemeyecek boyutlara rahatlıkla geçer o vakit “merkez” kontrolü sağlamada güvenlik bürokrasisine teslim olur!

Gezi olayları milat hüviyetini genişleyen siyasal alanın aktif ve özne vasfını kullanma isteğiyle kazandı.

“Birileri”, dış güçler, onlara yardım eden İstanbul büyük burjuvazisi ile İstanbul sermayesine biat eden Anadolu sermayesi genişleyen siyasal alandan “açılımlarla öne çıkan” siyasal-etnik kimlikleri değil yeni kültüre, yeni teknolojiye doğan gençleri hedefe aldı.

Enteresan olan merkezin “kendiliğinden” zuhur eden ama “kullanılan” siyasal alan öznelerini, açılımlarla siyasileşen kültürel-etnik kimlik teşekkülleriyle bastırıp yok etmesidir. Gezi olayları, FETÖ darbe girişimleri, hendek savaşları Türkiye’deki siyasal alanın genişlemesinin, meşruiyet kanallarını çoğaltmasının, toplumsal ilişkilerin derinleşerek yaygınlaşmasının neticesiydi. Merkezin kapasitesi artırılıp siyaset yapma, talepte bulunma, tez öne sürebilme imkanları çoğaldıkça siyasal alan “olay”lara açılmaya başladı.

Bu süreçte bu üç olaydan yeni bir söylem doğdu; milli ve yerlilik…

 

Dört Olay Tek Sonuç

Türkiye gibi dünyaya açık karakterini görmezden gelip örtemeyeceğiniz, karartamayacağınız bir ülkede, siyasal alanı genişletme imkanı sağlarsanız “olay”lar arka arkaya gelir. Bu olaylar ontolojiye açıldığı gibi gidişatı değiştirip dönüştürebilecek mekanizmaları, bireyleri, anlayışları da inşa eder.

Gezi-FETÖ-Hendek olayları ülkeyi milli-yerli söyleme açarken aynı zamanda “siyasal alanı daralttı”… Çünkü kıstas Türkiye’yi öne çekmek kadar Türkiye’den beslenmekti. Halbuki bırakın Kürt-Alevi-FETÖ gibi siyasi özneleri yeni gençlik de bir bakıma küresel kültüre, küresel medeniyetin iktisadi ve siyasi kanallarına açık hatta bağlı ve bağımlıdır.

Kız İmam Hatip okullarında bile K-Popçularla Rapçiler ayrışması kendini milli-yerli ve dış bağlantılı gibi gösterirken yerli Rap müziğin dahi ne kadar ayrıksı, önceki kuşaklardan kendini kopartan, otokton algıları yıkan bir tarzı olduğu anlaşılamadı. Yerli ve milli söylem ile siyasal alan daraltılmaya çalışıldı, meşruiyet kaynakları yeniden tanımlanamadığı için icbar etme beraberinde geldi.

Sonuçta milli ve yerli söylem içine sıkıştırılmaya çalışılan siyasal alan buradan taştı. Özellikle yerel seçimlerle birlikte milat özelliği gösteren Gezi’nin “kullanılan tabanı”na Ülkücüler, ulusalcılar, Kürt milliyetçileri ve dindarlar da katılarak siyasal alanı bu sefer 2013 eşiğinden öncesine genişletti.

Siyasal alan yerel seçimlerle beraber hayli genişleyip siyasetteki belirleyiciliği yükseldikçe “merkezdeki daralma”, devlet mekanizmasındaki büzülme gittikçe arttı. Kriz siyasal alanın alabildiğine genişlemesine, çevrenin kalabalıklaşmasına karşın merkezin epey büzülmesiyle ortaya dökülür.

 

Devletin Partisi, 27 Mayıs Cemaatleri ve Siyasal Alan

Siyasal alanın meşruiyet kaynakları belli… belli ama yönlendirmeler nedeniyle bu sahayı genişletirken aynı zamanda olaylar aktörleri farklı yönlere sevk edebilir. O zaman sadece partilerin değil devlet mekanizmasının da meşruiyet kanalları zayıflar. İster istemez karşıt kutuplar bir araya gelebildiği gibi aynı cephede yer alanlar da ayrışabilir.

AK Parti’ye destek veren tarikat ve cemaatlerin pek çoğu yerel seçimlerde “saf”larını değiştirdi. Bir kısmı kendi alanına çekilirken özellikle “27 Mayıs cemaatleri” yani ABD’nin dünya sisteminin başına geçmesiyle zuhur eden silsilesiz, geleneksiz Hüdai nabit cemaatler desteklerini çekti. Buna mukabil mesela “oy vermek küfür” tezini yıllarca savunan çevreler iyi-kötü karşılaştırmasıyla AK Parti’yi destekledi. Milli Görüş de iki ittifak arasında bînamaz kalırken “ehven” formülü burada da devreye girdi.

Türkiye’de siyasi oluşumların bilhassa merkez sağın sürekli parti değiştirdiği göz önüne alınırsa çok da “katı”laştığı söylenemez. “Devletin partisi” kimliğiyle CHP, Cumhuriyet ile yaşıt ömrünü muhafaza ettiriyor… bir şekilde statükoyu koruyan hatta yön veren vasfını sürdürüyor.

Milli ve yerli süreçte HDP ile ittifak yapsa bile yerel seçimler gösterdi ki siyasal alana yön verme yeteneği hala çok yüksek. “Bölücü partiler”le, “şeriatçılarla”, “FETÖ gibi tarikatçılar”la bile bir araya gelebildiği halde hem ülkenin siyasal alanında hem vatandaş nezdinde geçerliliğini koruyabilmesi “çelik çekirdek-devlet partisi” kimliğinde sabit kaldığını gösteriyor.

CHP’ye karşı çıkanlar, “Tek Parti CHP zihniyeti”ne savaş açanlar, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Milli Görüş, hatta kısmen ANAP ve AK Parti seçimlerde başarı kazansa bile “zihniyeti eritemiyor”, aksine zamanla parti bazında tükeniveriyor.

 

 

Önce İnsan mı Rejim mi?

İşte burada anlaşılıyor ki Türk siyasal alanında zihniyet ile ideoloji, statüko ile siyasi partiler, Cumhuriyet idaresi ile siyasal alan, çelik çekirdek ile çevre arasında ne kadar yakınlaşma, özdeşleşme hali yaşanıyor gibi görünse de hepsi en baştaki gibi birbirine temas etmeyecek kadar farklılaşabiliyor, Cumhuriyet’in kodlarına nüfuz edemeyerek ilk hallerine dönebiliyor!

Elbette buradan “önce insan ve millet sonra devlet ve rejim” anlayışının geçersizliğine geçebiliriz.

Devlet ile yönetenleri, siyasetçileri, milleti birbirinden ayıran veyahut aynılaştıran yaklaşımlara karşı Cumhuriyet idaresiyle Tek Parti zihniyeti, Batılılaşmacı, İslam’ı sadece inanç ve muamelat sahasına indiren rejim ile millet ve siyasi alan tamamıyla farklı! Zaman zaman yakınlaşmalar görülse de karşımızda izafi bir durum var; kritik evrelerde “sistem kendini kilitleyip”, Kemalizm dışındaki müdahalelere, eklemelere kapatıyor.

Bunu rejimin kurulduğu 27 yılda cebren, otoriter biçimde sağlarken Amerikan dünya sistemiyle “denetimli serbestlik” metodlarıyla yerine getirdi; “demokrasi rayından çıktığında” askeri darbelerle “reset” sağlandı… demokrasi vesayet güçlerini, otoriter Tek Parti zihniyetini, Kemalist sistemi naif, şeffaf, milli irade, gönüllülük, seçme görüntüsünde daha kolay “arka planda çalışarak aktivite” edebiliyor.

Oy, sandık siyasal alanı meşruiyet çerçevesinde tutarken “milli tercih”ten ziyade sistemin verili alternatiflerini seçmekten öteye geçemedi. Siyasal alanda oy ve sandık “sınırları çizilmiş sahada top kapma”nın ötesine gitmedi, gidemez de… Bu açıdan siyasal alanda İslami kesim, millet bağı, Kemalizmin ötesine geçmedi, geçemedi, dönüşmediler de, aslında ne ise o olarak kaldılar.

Sonuçta siyasal alan bu ülkede hep kişiler arası mücadeleye indirgendi, Kemalist elitlerden nefret ediliyordu, onların yerine yenisi ikame edilince bir biçimde “normalleşme” sağlanmış zannına geçildi.

Oysa siyasal alan dönüşüm sağlamayı ilkeler, erdemler, değerler, idealler bazında yenilemeye matuf gelişmeli ki hakikaten ülke yerinde saymasın. Bu da sandığı, oy vermeyi, demokrasiyi ABD dünya sistemi zihniyetinde çıkarmakla mümkün; sandık katılımcı, müzakereci kılındığında, kurucu kimliğiyle tanımladığında ülkeyi ileri taşıyabilir.

 

Meşruiyet Kaynakları

Siyasal alanın meşruiyet kaynakları çok yönlü, değişken, siyasal iradeye, dış gelişmelere göre farklılaşabilir.

“Dünya barışı”, “dünya vatandaşlığı”, “hümanizm” gibi imkansız siyasi söylemin bir devamı devletin hegemonya-güç imkanları kullanmaması, görünmemesi ütopyasıdır.

Gezi – FETÖ – Hendek savaşlarında merkezkaça uğrayanlar “çelişkisiz dünya”, “savaşsız tarih” ütopyası gibi tezler öne sürer; simgesel düzenin ilişkiler ağını inkar edemeyecek boyuttaki mezkur yaklaşımlar “muhalif kanalları”, “gerçeklikten kopuk”, dahası post truth gibi alternatif gerçeklik arayışına mecbur eder.

ABD’de, kıta Avrupasında, Çin’de, antik Yunan’da, Roma’da… devlet varlığı her dönem, her ortamda istisna halini, zaafiyete şiddetle karşı koymayı, paralel yapıları, ele geçirilmeyi, pasif ya da aktif anarşiyi kendine tehdit sayar.

Devlet “tehdit sayarak” varlığını gösterir. Çok net ki devlet mekanizması ürkektir, her türlü sesten, hareketten kendine saldırı geldiği vehmiyle yaşar, varolur… Enteresan olan şu ki eğer devlet “geniş olursa”, rehavete kapılırsa asıl “görevini yapmamış sayılır.” Vahşi hayvanlar gibi sürekli tetikte durmak mecburiyetindedir devlet. Bu yüzden siyasal alanın meşruiyet kaynakları devamlı değişir, dönüşür, farklılaşır.

Siyasal alanın meşruiyet kanalları arasında en belirgin olanı, kutuplaşmalardır…

Kutupsuz, monoblok, monolitik bir siyasal alan ütopyalara dahi giremeyecek kadar farazi. Memleketin meseleleri hususunda görüşler, teklifler ve iddialar çoğaldıkça kutuplar yükselir, normal olan millet bağını müşterek hedefler doğrultusunda kurarken diyalektiği ihmal etmemek, “projelerin-fikirlerin çatışmasını” sağlamak gerekir.

Siyaset zaten “hasmane görüşleri uzlaştırma”ya dayanır, kutupları toplumdan ve millet bağından koparmayı değil, bünyede kalarak millet müştereği içine yerleştirmeyi içerir. Siyasal alanın meşruiyet kanallarından bir diğeri Marksist sınıf izahı iken antikomünizm nedeniyle bu kanalın kapandığı gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Halbuki Türk toplumu tamam “sınıf temeli”ne dayanmaz, katman, tabaka gibi yorumlar getirilse bile neoliberalizmle iyiden iyiye “aşırı zengin-fakir orta sınıf” gibi tabakalaşmalar Türk milletini “sınıflara bölüyor.”

Eşraf, memur, hemşehrilik, alt kesim, yüksek sınıf, İstanbul büyük burjuvası, Anadolu Kaplanları, tarikat-cemaatler, seküler kesim, sahiller, Orta Anadolu, Doğu, Karadeniz, Yörükler, kentlilik, taşra, çiftçiler, sanayici, küçük işletmeci, esnaf, İstanbul metropolü, büyükşehir insanı, orta sınıf kentler, etnik kimlikler ve hassasiyetler, mezhep yorumları… Türkiye’de siyasi yoklamaları içeren pek çok değişken bulunur.

Yeni siyasal alan temel olarak bölgecilik, etnik, tarzı hayat ve iktisadi gücü içeren sınıf başlıklarına ayrıldı. Bunların içinde de aslen ekonomik sınıf ile seküler mevkileşmelerde dondu!

 

Aslolan İhtiyaçları Karşılamak!

Siyasal alanın kaynaklarından bir diğeri “eşitsizlikler”… Adalette, ekonomide, kalkınmışlıkta, tarzı hayatta kendini geri hisseden kesimler yine dönemine göre eşitsizliği öne çekebilir; 1990’lı yıllardaki çevre hareketi, eşitsizliği siyasallaştırdı. Son yıllarda adalet başlığı daha çok Gezi – FETÖ – Hendek olaylarından merkezkaça uğrayanların diline yerleşti.

İktisadi kanallar, siyasal alanın meşruiyetini doğrudan etkileyebilir, “sosyal fayda”, “genel yarar”, mutluluğa eş huzur-güvenlik-ekonomik refah ve istikrar siyasal alanın temel meşruiyet kaynaklarından…

Bunları sağlayacak siyasi partiler ile toplum çıkarları örtüştüğünde yüksek oy ortaya çıkarken zaman zaman halkın hilafına fakat devletin bekası için gerekli adımlar atıldığında ciddi rahatsızlıklar baş gösterir. İstikrar zayıflayınca beraberinde devlet bekası sürerken siyasi irade sahneden alınır!

Söylemek gerekir ki halk, kitleler oportünisttir, gücü sever, kısa vadeli “ihtiyaçları karşılandığı” sürece siyasal alana katılsa da öznelikten imtina eder.

Siyasal alandaki meşruiyet kaynağı halksa da esasında bir bakıma ihtiyaçlardan ibarettir. Devlet ihtiyaçları gözlemleyerek tedbir aldığı sürece siyasal alanı “kontrol altına alabilir.”

Tutarlılık, ideal, idealizm, ilkeler, değerler, ahlak, erdemler katiyen siyasal alanın hele ki reel Türk siyasal alanının konusu değil, olmadı, olamaz. Bunlar “ihtiyaçları dillendiren” araçların bazıları.

Siyasal alan bizde ilke-değer-erdemler üzerine değil ihtiyaçları gidermeye dönük kurulu; bu açıdan sözleşme gibi modern siyasal alan temelleri geçerliliği çok kuvvetli değil.

Mutabakat, müşterekler, sözleşme, uzlaşma, müzakere siyasal alanın meşruiyet kanallarından olsa da aslî değil ikincildir. Bu açıdan Türk siyasal alanı korkutma, tehdit, ayrıştırma, diktatörlük, liberal demokrasi, ultra özgürlük gibi yaklaşımlara “değer atfetmez”, korkuya da gelmez, ekmek-din-güvenlik sağlandığı sürece rejim gibi sorunları da olmaz. Fakat genişleyen yeni siyasal alanda  ihtiyaçlara yenileri eklense de “istihdam” sağlandığı sürece sadakatini gösterir.

Gençlik örgütlerinden sivil toplum kuruluşlarına tüzel yapılar siyasal alanın meşruiyet kanallarına katılsa da yine sınıf esasında, ihtiyaçlar başlığında sanal anarşistler ve hayali kolektiviteler arasında erir.

Siyasal meşruiyet kanallarının belki de en belirleyicilerinden biri “dış güçler” savunusu… Antikomünizm, mason-Yahudi karşıtlığı dönemlerinden itibaren “karanlık eller” her türlü iktidar yapısının, muhalefetin, siyasal alanın merkezinde yer alır.

“Halk”ın bariz savunusu hiçbir siyasi angajmana girmeden dış güçler, komplodur. Siyasal alan, insani savunular gibi sorunu kendinden uzaklaştırmaya çabalar, oportünizmi benimseyen kitleler suçu hep başkasında görür. Bu nedenle “günah keçisi” arar insanlar.

Çok başarılı, iktisadi refah sürecinde iyi olan, işler kötüye gitmeye başlayınca “günah keçisi”ne evrilir. Buna dünya sistemini de eklemeli…

 

Yeni Demos, Daralan Halklar ve Kurucu Ruh

Siyasal alan için kullanılan “seçkinler-seçilmiş grup”lar söylemi çok da yerli yerine oturmuyor.

Siyasal alanda mutlaka tercihli grup var ve aslına bakılırsa gerekli. Sorun, bu elitlerin ne derece vasıflı, seçkin olabilecek beceri, bilgi, birikim, estetik zevke sahip olup olmadığında. Siyasal alan karmadır ama elitler rafine olmalı, lümpenizmi elitlere hasredince “çıkmaz ülke”ye ulaşılır.

Aristokrasiye dayanmayan Türkiye’de, seçkinlik bir nevi İslami hassasiyetler-devlet bekasını gözetenlerin en kalitelilerinden ibaretti Cumhuriyete kadar; yeni Kemalist elit aristokrasinin her türünü kırdı, lümpenizme yol verdi. Seçilmiş grupları siyasal alanda işletmek devlet mekanizması için elzemken dar grupçukları, verili oligarşileri “omurgaya yerleştirme” çabası birikimi de heba eder.

Siyasal alan genişlerken “demos küçülür”se beraberinde ciddi buhranlara yol açar.

Halkalara dayalı devlet mekanizmasında en büyük halkayı siyasal alan kurar, halkanın dışında kalma endişesi iş yaptırmayı kolaylaştırır, belki de etkili meşruiyet kaynağı, halka içre bulunmak.

Siyasal alana güvenlik, çıkar grupları, aracılar, 27 Mayıs cemaatleri, paralelleşme istidadı bulunanlar girdikçe halk da oradan dışlanır, o zaman devlet mekanizmasının da siyasi iradenin de zemini kayar. Siyasal alanı genişletmek kadar “demos”u daraltmamak gerek.

Demos sadece seçmez aynı zamanda temsiliyetten katılıma geçen yönetim mantığını anlatır. Halkalar daraldıkça demos da daralır hele demosun içi “kurucu ruh” fikri taşımayan elitlerden oluşuyorsa o vakit bunalım daha da derinleşir.

Siyasal alan demosa halkı aldıkça genişler ve meşruiyeti kuvvetlendirir, demos kurucu ruhu dert edinen seçkinlerce yönetilir, İslam, ilkeler, idealler, erdemler bu aristokrasinin özünü, tarihini, adımlarını belirler. Küçülen halkının içi nimeti dışı külfeti yüklenince kurucu ruh da çekilir.

Siyasal alanda meşru yer edinmek aynı zamanda ümmetin, milletin, devletin yükünü sırtlamakla mümkün, halkın ihtiyaçlarını karşılarken kurucu ruhu diri tutarak o mesuliyet yerine getirilebilir.

Önceki İçerikNe Verirsen Gider, Çağında… BİTKİSEL ET
Sonraki İçerikPost İslamcılık Sürecinde Enkazdan Çıkmak
Ercan Yıldırım
Ercan Yıldırım 1977 Ankara - Kızılcahamam doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladı. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Coğrafya Bölümü mezunu. Bir süre gazetecilik yaptı. Yazıları başta Dergâh, İtibar, Umran ve Cins olmak üzere çeşitli dergilerde, Yeni Şafak ve Star Gazetesi Açık Görüş’te yayımlandı. Çağdaş Türk ve İslam Düşüncesi, İslamcılık, Türk Siyasi Hayatı, İdeolojiler üzerine çalışmalarına devam ediyor. Eserleri: Modern Türkün Hikâyesi (Elips Yayınları - 2011) Edebiyatta Türkün Düşüncesi (Elips Yayınları - 2012) Türk Düşüncesinde İslam (Hece Yayınları - 2013) Anadolu'da İslam Ruhu (Dergâh Yayınları - 2014) Zamanın Ruhuna Karşı (Profil Yayınları - 2014) Neoliberal İslamcılık (Pınar Yayınları – 2016; Türkiye Yazarlar Birliği 2016 Fikir Ödülü) İslamcılığın İki Kurucusu (Pınar Yayınları – 2016) Cendere-Gezi’den 16 Nisan’a, Düşünceden Siyasete (Pınar Yayınları – 2017) Kültür Cephesinden Kültür Savaşlarına Türkiye’nin Yeni Kültürü (Pınar Yayınları – 2018; Eskader 2018 Düşünce Ödülü) Yayıma Hazırlama: Şairin Devriye Nöbeti Serisi (İsmet Özel’in gazete yazıları / 12 kitap)

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz.