Türkiye’de İslamcılık düşüncesini temelde Osmanlı ve Cumhuriyet İslamcılıkları diye ikiye ayırabiliriz. Osmanlı İslamcılığı Meşrutiyet’e kadar kendine özgü karakter sergilerken Meşrutiyet’ten Hilafetin ilgasına dek farklı bir kanalda akar.
Cumhuriyet İslamcılığı ise genel hatlarıyla 1924’ten 1946’ya kadar Kemalist Tek Parti’nin İslam’ı dönüştürmeye matuf uygulamaları ekseninde şekillenir. ABD’nin dünya sisteminin başına geçmesiyle “demokrasi kanalı”ndan akan İslamcılık 27 Mayıs’a kadar arayış içinde, Tek Parti tahrifatlarını ve bıraktığı eksikleri tamamlama cehdindeyken, 27 Mayıs sonrasında ülkedeki tüm ideolojilerin birbirlerine düşmanlaştırılmasından, kendi içlerinde fraksiyonlara ayrılmasından sonra dallanıp budaklanmaya başladı.
1960 ile 70 ve 1970 ile 80 arasında nüanslar olsa da 60-80 aralığını tek parça sayabiliriz İslamcılık hareketinin. 1980 12 Eylül darbesiyle Türkiye’ye neoliberalizm geldikten sonra İslamcılık çok farklı angajmanlara girdi; süreci Neoliberal İslamcılık kitabımda anlattım.
Dünya sistemine entegrasyon bağlamında çok hızlı yol aldı İslamcılar. Neoliberal İslamcılık 2015 yılına kadar sürdü. Bu tarihten sonra siyasi kadrolardan İslamcı isimlerin iktidardaki konumlarına, ülkenin ve İslamcıların söylemlerinden entegrasyona restorasyonun da eklenmesiyle yepyeni bir döneme girildi.
“Milli ve yerli” süreç bir tavırdan ziyade “dönemi” anlatmaya doğru yol alıyor.
Soğuk Savaş’a Doğru…
Soğuk Savaş İslamcılığı denince nedense akla ilk Necip Fazıl geliyor. Halbuki Necip Fazıl Osmanlı ve Cumhuriyet İslamcılığının Nurettin Topçu ile beraber geçişteki iki kurucusundan biridir; Soğuk Savaş dönemindeki söyleme etki etse de onun çok üstünde hassasiyetleri dile getirir.
Tek Parti sonrasındaki İslamcılık düşüncesi çok bariz karşıtlıklar ve düşmanlıklar içermez… milliyetçi düşüncenin içinde kendine yer bulabilirken komünist karşıtlığı da zuhur etmemişti. En büyük kaygısı, çabası ise Tek Parti’nin İslami olanı engellemesinden kaynaklı entelektüel birikimi, temel dini bilgileri tamamlayabilmekti.
1939 yılında Hareket dergisinden sonra fikir hayatına giren pek çok dergi siyasal alana yönelik yayınlar yapsa bile mutlaka “tefsir-hadis-ilmihal-İslam tarihi” sayfalarına yer verir. Zira Müslümanların dini eğitimden mahrum kalmasından kaynaklı açıklarını giderme başlıca saikler arasında bulunur… ezanın aslıyla okunması, Hac farizasının yerine getirilmesi gibi pek çok konudaki özgürlükler aynı zamanda korunmaya da çalışılır.
Büyük Doğu ve Sebilürreşad gibi yayınlarla da Tek Parti eleştirisi, Cumhuriyet döneminin siyasi kimliği üzerine yazılar yoğunlaşır, Necip Fazıl bugün bile eksikliği görülen “CHP zihniyetini ortadan kaldırma, CHP’yi muhalefet diye siyasi alanda meşrulaştırmama” ikazlarını her daim yapar.
İslamcılık düşüncesinin Tek Parti ile Cumhuriyet’in resmi ideolojisiyle “hesaplaşamaması” ve yeni bir inşa faaliyetinin önünü “açamaması” Amerikan dünya sisteminin biraz da zorunlu sonucuydu. Soğuk Savaş küresel kapitalizmi ikiye ayırdığı, düşmanlaşmayı körüklediği, din karşıtı SSCB Komünizmi’ni korku unsuru şeklinde kodladığı için insanlar, ideolojiler birinin karşısındaysa otomatikman ötekinin yanına geçmiş sayılıyordu.
Buna tabi ABD ve NATO’nun, devlet mekanizmasının da epey yardımcı olduğunu, antikomünizmin örgütlenmesinde doğrudan rol aldığını söylemek de gerekir. Topçu’nun Komünizme Karşı Mücadele Dergisinde antikomünist yazılar yazarken 1960’larda İslam sosyalizmini de tartışmaya açması ikili dünya sisteminin zorlamasını ve buradan bir çıkış aramayı da işaret ediyor.
Topçu ve Necip Fazıl için kullandığım “ilk kaynakların Türk yorumlarına dönme” fikri etrafında her iki isim ABD ve SSCB ideolojilerinin dışında İslami düzeni, Malazgirt sonrasındaki ruhu ve nizamı yeniden kurmayı teklif ederler.
Ayrışmalar, Çatışmalar, Kutuplaşmalar…
1960 sonrasında Soğuk Savaş en sert ayrışmaları gerçekleştirirken İslamcılar evet, komünist Moskof istilasından korkuyorlardı ama aynı zamanda “ne sağcıyız ne solcuyuz Müslümanız” diyerek İslamcılığın Ülkücü-sosyalist dışı varlığını gösteriyorlardı.
İdeolojilerin birbirine selam vermeyen sert katı karakteri bilhassa “1967 kırılması”yla arttı… Sosyalistler yerli arayışlarını birtakım odaklar nedeniyle terk edip marjinal örgütçü-şiddet yoluna girdi, milliyetçilik Turancılık-Anadoluculuk gibi tartışmalardan sonra yeni bir aktivizm ve Kemalist resmi ideoloji yorumuyla Ülkücülükte kilitlendi…
İslamcılık hilafeti savunanından tasavvuf-tarikat karşıtına, neoselefisinden Milli Görüşçüsüne kadar pek çok parçaya bölündü. Milli Görüş, 27 Mayıs cemaatleri, Nurculuk, radikal aktivizm belli başlı ana kolları teşkil ettirerek bugüne geldi.
Soğuk Savaş’ın bu “antagonistik”, çatışmacı, birbirini ilga ettirici dili İslamcılık düşüncesini de bariz biçimde etkiledi. Önce “devlet bizim yönetenler değil” fikri etrafında hiçbir zaman devletten yüz çevirmeyen ama şahısları cahiliyeye yerleştiren, resmi ideolojiye karşıt, Osmanlıcı, gerektiğinde “milli-yerli duyuşlar” içine giren, gerektiğinde İslam devleti fikriyle “aşağıdan yukarı ya da yukarıdan aşağı” yöntemleri tartışan fakat yine dönemin “dışlayıcı”lığını İslam tarihinin “tekfiri”yle örtüştüren bir söylem geliştirildi.
Öteki ideolojilerin Ülkücülerin, komünist-sosyalistlerin “hain”, İslamcıların tekfir çarkının durmaksızın çalışması Soğuk Savaş ruhundan kaynaklanır… Çünkü hayat ve siyasal alan “dış tehdit” üzerine kurulmuştur.
Göz önündeki pek çok isim İslamcılığın hatta Soğuk Savaş dikotomisinin, antagonizmasının unsuru sayılırken mesela Cevat Rifat Atilhan üzerinde çok da durulmaz. Halbuki Atilhan Soğuk Savaş dilinin, hassasiyetlerinin savunucusudur; içerik üreticisidir Cevat Rifat…
Antikomünizm, Yahudi-Mason Karşıtlığı, Dış Güçler…
Antikomünizm bu dönemin ruhunu verir; Soğuk Savaş İslamcılığının vurgularının başında mason-Yahudi karşıtlığı, İsrail düşmanlığı ve dış güçler gelir.
Cevat Rifat’ın Yahudi ve mason karşıtlığı İslamcılarda ve tüm “sağ-muhafazakar-milliyetçi-dindar” kesimde her gelişmeyi, olumsuzluğu “dış güçler”e hasretme kolaycılığına ve akabinde komploculuğa evrildi. Modernleşme, Müslümanların Batı karşısındaki yenilgisine Osmanlı’da “dış düşman” ve komployla izah getirmenin ve İttihatçılığın bir sonucu… Kemalizm kendi açıklarını kapatmak için komploculuğu yükseltti. Soğuk Savaş İslamcılığı bu dili ve bakış açısını İsrail’in kurulması, Moskof’un Kars ve Ardahan’ı istemesi, komünizmin dünyayı bölüşmesiyle söylemin merkezine yerleştirdi.
Soğuk Savaş dönemindeki İslamcılık biraz da “kısıtlamalar”ın azalıp, Amerikan tarzı “denetimli serbestlik”le eskiyi, özgürlük alanını her hususta kullanmaya dayalı… İslam devleti kavramı postkolonizasyonda çıkınca Türkiye’de İslami kesim alıcısı oldu, hilafet hareketinin de, Kur’an İslamı’nın da, neo selefiliğin de…
Tabi buna Amerikan tarzı “kült”lere dayalı, “dine dönüş” merkezli yeni dini hareketlerin ekseninde gelişen cemaatleşmeyi, siyasi İslam’ı de ekleyebiliriz.
Cumhuriyet İslamcılığının esaslı yönü de zaten bütünüyle kamuda yer alma, devleti ele geçiren Kemalistlerin yerine geçme, merkezi tutmaya yönelik. Bu yüzden eldeki imkanlar ne ise, hangi tutamak noktaları varsa bunlar kullanılır, yeni bir terkib, yön arayışı, felsefe geliştirilmez sadece yitirilenlerle yeni sentezler kurabilecek teklifler sorgulanmadan monte edilir.
Soğuk Savaş dönemi İslamcılığının hususiyetlerinden biri kök arayışına bağlı olarak Asrı Saadet’e, Kur’an ve Sünnete dönmek iken Osmanlı’yı yeniden ihya ve inşa etme tarzı da çok güçlü tartışıldı.
İslamcılar ulus devleti kabullenmedi, İmparatorluk mekanizmasıyla düşünmeye, daha çok İslam tarihindeki hilafet dönemleriyle modellemeler daha doğrusu referanslar getirmeye başladı. Bu nedenle de ümmetçiliği öne çekerken Türk ve milliyet yaklaşımlarına düşmanlık kesbetti; cahiliyedeki asabiye kavramını modern siyasadaki milliyete eşitledi. Böylece gazayla varolan Türk kavramını da aynı “asabiye çuvalı”nın içine doldurdu, beraberinde bayrağa, marşa, vatan kavramına düşmanlığı getirdi. Dolayısıyla Cumhuriyet öncesi ne var ne yoksa “iyi” kalıbına yerleşti. Bu tabi Kemalizm-Batıcılık düşmanlığını Mustafa Kemal’in şahsında yönetici kadroya, özellikle Hilafetin kaldırılmasından sonra kurulan devlet mekanizmasının referans kaynaklarını kurutmaya, karşı çıkmaya yöneldi.
Kemalistleri kötü biçiminde kodlayınca karşısındaki her kişi, olay, kavram iyiye yoruldu! Bu yüzden Necip Fazıl’ın öncülük ettiği yakın tarih ilgisi gelişti, Yalan Söyleyen Tarih Utansın gibi retorik tarihçilik rövanşizmle birleşip yeni tarih yazımına yöneldi.
Soğuk Savaş İslamcılığının Hususiyetleri
. Dönemin imkanlarına bağlı olarak gazete ve dergilerin yanı sıra erkekler cami kürsüsü, konferans ve panel, kadınlar vaaz ve ev sohbetleri etkili iletişim kanallarıdır.
. Batıya, aslına bakılırsa Cumhuriyet idaresinin tercihleri nedeniyle pozitivizme, evrimciliğe, materyalizme, felsefeye karşıtlık kurulur.
. Materyalizmin iflas ettiğine yönelik yaklaşımlar Nurculuğun, Batıdaki dine dönüş hareketlerinin sonucudur; antikomünizmin delillendirmeleri de bu yaklaşımda etkili. Tabi Rusçuluğu, komünizmi etkisizleştirmek için ihtilali Yahudilerin yaptığı, Yahudilerin dünyada hem kapitalizmi hem komünizmi idare ettiği savı yaygın tezlerdendir.
. Şiiliğe karşı bir duruş Osmanlı İslamcılığında da vardı. Özellikle hurafecilik, geleneksel öğretilerin İslam’a girmesi biraz da Şiilikle irtibatlandırılırken, milli kaygılar da etkilidir.
. İran devrimi ve aydınları 80 sonrasında etkili olurken Soğuk Savaş diline tersten de olsa büyük katkı sağladı. Devrimcilik, köktencilik ötekini alt etmenin metodları arasına yerleşti.
. Seyyid Kutup, Mevdudi, Malik Bin Nebi gibi postkolonyal coğrafyanın İslami hareketleri, entelektüelleri okunmaya, kitlesi oluşmaya, yılların entelektüel açığı kapatılmaya çalışılırken antikomünist, Yahudi-mason karşıtı dili tercih eden Soğuk Savaş İslamcıları neo selefiliğe, Abduh-Afgani-Kutup-Mevdudi’ye karşı muhalefet geliştirir, aleyhte yayınlar yapar.
. Dil devrimi, tarih kongreleri, kültür hayatına yapılanlar, eğitimdeki inkılaplar, giyim-kuşama ve klasik müesseselerin ilgasına muhalefet güçlüdür. Özellikle dil devrimi Soğuk Savaş İslamcılığının bayraktarı unvanı alır.
. İlahiyatlar ve imam hatipler sistem karşısındaki “yarıklar”dan olduğu için etkili şekilde kullanılır. Kamusal alandaki en belirgin taleplerin başında eğitim gelir…
. Kamusal alanda var olmaya dayalı Soğuk Savaş İslamcılığının argümanlarının başına belki de ilk sıraya türban yerleşir… Dindarların devlet katında var olması, başörtülülerin eğitim ve çalışma hakları hala köklü bir çözüme kavuşmadığı gibi tarz-ı hayat içinde tartışılır.
. Bir toplum modeli öngörmekten ziyade şeriat talebi yaygındır. Buna laik kesimin el kesme, çok evlilik gibi ithamlarını savuşturma, savunma da eklenmeli.
. Komünizme karşı memleketin ve devletin sahibi, Kemalistlere karşı özgüveni yitirilmiş talep kârlar konumundadır İslamcılar Cumhuriyet döneminde… 2000 sonrasındaki iktidar deneyiminde bile “Tek Parti dönemine dönme korkusu” hükmünü yürütür.
. Mesiyanik, mehdici, batıni din anlayışı selefiliğe rağmen çok güçlüdür. Bilhassa silsilesiz 27 Mayıs cemaatleri, Kemalistlerin yüzünden zuhur eden seyyar-merdiven altı tarikatlarda, kişi kültü, deccal-mehdi tesiri çok canlı.
. Soğuk Savaş döneminde hayat hala eski düzende akar; Amerikan tüketim toplumu ve popüler kültüre karşı ciddi tepkiler biraz da bunların “Yahudilerin elinde bulunduğu için” gerçekleşir… aynı zamanda modernleşmenin, teknolojiye sahip olmanın gayreti de yüksektir.
Bu çelişki nihayet neoliberal dönemde ortadan kalktı da İslamcılar, dindarlar rahat bir nefes aldı.
. Yeşil kuşak, Rabıta, ılımlı İslam, Büyük Ortadoğu Projesi, Dinler Arası Diyalog… Soğuk Savaş İslamcılığında sürekli “projeler”, gizli-açık planlar devrede kalır.
. Soğuk Savaş’ta da, neoliberal İslamcılık döneminde de, milli ve yerli süreçte de yakın tarihe ilişkin konular aynı: Lozan, Ali Şükrü Bey, Topal Osman, Abdülhamit, camilerin ahır yapılması… Yakın tarih ilgisi bir yana, mevzularda sosyolojik, felsefi, uluslararası ilişkiler boyutu eksik olduğu gibi “analitik tarih” anlayışından uzaktır.
. Cumhuriyet İslamcılığının katı karşıtlıklarına rağmen “ihtida edebiyatı” çok sevimli, sempatik ve ılımlıdır. 90’larda Soğuk Savaş sonrasındaki sol-liberal ittifakta başörtülüleri savunan Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Altan kardeşler gibi pek çok ismin “bugün yarın hidayete ereceği” beklentisi vardı.
. Soğuk Savaş İslamcılığı her dönem olduğu gibi “post”u sever, umumiyetle cumartesi günleri bir büroda fikir adamı, şeyh gibi konuşur talibliler dinler. Soğuk Savaş İslamcılığının üslubu klişelere, sloganlara, küfre-argoya, gerginliğe ve retoriğe yatkındır.
. Soğuk Savaş dönemi İslamcılığı faiz, eğitim, İslami kültür ve gündelik hayat konusunda kararlıdır, İslami dönüşümü ister, kendi hayatını İslami olana göre dizayn etmeye ihtimam gösterir.
. Müslümanın görevinin sadece “ibadet ve inanç” değil aynı zamanda iktisadi, siyasi, toplumsal, hukuki olarak hayatı İslami kılmak, dini vicdanlardan çıkararak umumileştirmek yaklaşımı Soğuk Savaş İslamcılığının temelleri arasında yer alır.
Müslümanın görevi namaz kılmakla bitmiyor, başlıyor kanaati dönemin ayırıcı özelliği arasındadır.
Soğuk Savaş İslamcılığı tezleriyle birlikte yerini neoliberal İslamcılığa bırakırken bazı konularda devamlılık sağladı fakat İslami dönüşüm, İslami kültür, gündelik hayatın İslamiliği, iktisadi düzen, hukuki süreçler hususunda neoliberalizm İslamcıları tamamıyla etkisi altına aldı.
Soğuk Savaş döneminin ateşli kalem ve kürsü erbabları, antagonist siyasetin ağababaları, aktivist kimliğiyle sert bir İslami çizgi sahibi olanlar neoliberal dönemde, iktidar ile beraber savundukları bu toplumsal dönüşüm fikrini ağızlarına almadı.
Sadece yakın tarih, Mustafa Kemal, Lozan, dil devrimi, başörtüsü meselesi hususundaki ezberleri tekrarladı; kamusal alanda türbanla varolmaya bağlı görünürlük meşruiyet kazanınca o da kendiliğinden tükendi.
Mutedil İkon kırıcı: Kadir Mısıroğlu
Soğuk Savaş İslamcılığının en belirgin aktörlerinin başında Kadir Mısıroğlu gelir.
Kadir Mısıroğlu, yakın tarih üzerinden Kemalizm ve Mustafa Kemal eleştirisiyle hususen Lozan Zafer mi Hezimet mi meselesiyle İslami camiada öne çıktı. Rıza Nur’un anılarını matbuata taşırken, oradaki tezleri, üslubu da süzgeçsiz kullandı. Sebil Yayınları döneminde Hilal Yayınları, Bedir Yayınları gibi belli bir yönelimin simge ismiydi. İki Devrin Perde Arkası gibi kitaplarla hep “arkalarda olup bitene” yoğunlaştı.
Kadir Mısıroğlu başta Kemalist ve ittihatçıların eylemleri, antikomünizm ve Yahudi karşıtlığı üzerinden yazılar yazdı. Komünizmi Yahudilerin getirdiği gibi komünist Rusya’yı Yahudilerin yıktığı, İsrail’in PKK’yı kullandığı, 11 Eylül’ü de Yahudilerin gerçekleştirdiği… yani dünyadaki ne kadar “dönüm noktası” hadise varsa altından mutlaka Yahudilerin çıktığı fikrinden hiç vazgeçmez. Tabi katkıları olmasa da Yahudilerin bu “eylemlerin üzerinde kalması”ndan şikayetçi olmadıkları da kesin. Mesela 93 Harbi’ndeki kaybı bile Polonya Yahudisi Mehmet Ali Paşa’ya, daha doğrusu onun Yahudi dönmeliğine bağlar!
Onun için Kemalist sistemin simgelerine salvoları nedeniyle “ikonkırıcı” yakıştırması yapılır.
Ali Şükrü Bey’in ölümüyle ilgilenir, İstiklal Harbi’nin Cumhuriyet idaresindekilerin değil “sarıklı mücahitler”in başarısı olduğunu savunur, İslam yazısı gördüğü alfabenin kaldırılmasını çok sert eleştirir, bu uğurda hapse de girer, son dönem Padişahlara yapılanlara karşı onların faziletlerini anlatır, yeniçeriliğin kaldırılmasına karşıdır, Sevr’e, İstiklal Marşı’na, Selahattin Eyyubi ve Mehmet Akif’e de Mustafa Kemal kadar olmasa da hınç besler.
CHP’nin camileri ahıra çevirdiği vurgusu, düşüncesinin merkezinden hiç şaşmaz, meselelere yaklaşımı da antagonizmasının paralelinde kazanç-kayıp, hezimet-zafer, var-yok, iyi-kötü ikiliklerine dayanır.
Müthiş bir ahlakçıdır döneminin dindarları gibi, kot giyenlere kızarken fesi bir sembol şeklinde taşır. MSP’de siyasete girse de bir türlü vekil olamaz; 12 Eylül sonrasında da Avrupa’ya çıkar. İslam Şurası toplama girişimi enteresan; Nazım Kıbrisi, Cemaleddin Kaplan gibi isimleri şuraya çağırır.
İslamcı Gençliğin El Kitabı’nda genel manadaki celadetinden eser bulunmaz, İslam’ı dünya görüşü, gençliği İslam savaşçısı olarak zikretse de gençlere itidali, tefekkürü, ilmi, mücahitlik ile Don Kişotluğun farklı olduğunu anlatır.
Mısıroğlu kapatılan Milliyetçiler Derneği’nin kurucuları arasında bulunur; Türk kimliğine atfından hiç vazgeçmez.
O esasında sert bir yazar portresi çizse bile döneminin içinde İslami birikimi ve potansiyeli birkaç konunun etrafında döndürmeyi başarır. Bu açıdan İslami bir dönüşümden ziyade simgesel Osmanlıcılıkla dikkatleri çekerken tam da milli ve yerli söylemin etrafını tahkim edecek işlere imza atar!
Sekinetli Aktivist: Mehmet Şevket Eygi
1960’lı yıllarda çıkardığı Bugün gazetesi, İslami kesimin temsilcisi gibi anlaşılıyordu, o derece sert, rijit bir yaklaşımı vardı. Kerhen Amerika’yı desteklediklerini ifade eder Şevket Eygi, “Ey Türkiye halkı, ey temiz Müslümanlar, büyük gün yaklaşıyor” diye ifade ettiği Cihada Hazır Olunuz başlıklı yazısında “komünistlere hadlerini bildirme” çağrısında bulunur.
Kanlı Pazar hadisesi Şevket Eygi’nin üzerine yapışır, sürekli önüne çıkarılır.
Antikomünizmle maruf Soğuk Savaş İslamcılığının uçbeylerinden biridir; naif, munis, sakin, yüzüne bakıldığında sekinet veren Eygi cevval bir aktivisttir aslında.
Adnan Menderes ile ilgili yazısı nedeniyle hapis yatar. İsmail Hakkı Pekin Fetullah Gülen ile ikisinin adını zikrederek Özel Harp Dairesi’ne 1959 yılında girdiklerini iddia eder. Komünizmle Mücadele Derneği’nde bulunur, Galatasaray Lisesi ve Mülkiye mezunu olarak zaten seçkin bir mahalden gelir.
Soğuk Savaş İslamcılığı döneminde iki güçlü misyonu yerine getirir; anti komünizm söylemini aktivist mahiyette tahkim ederken neoselefiliğe karşı ciddi mukavemet geliştirir. Mısıroğlu gibi tam manasıyla “yerli ve milli” bir söylemi kurar, simgeler üzerinden, belirlenmiş kavramlar ve düşmanlar vasıtasıyla kitleyi kanalize eder.
Bedir yayınları bu bakımdan ciddi eserler basar; Sebil yayınları daha çok yakın tarih ve Kemalizm kültüne karşı çıkarken Bedir yayınları, “mezhepsizler” başlığı altında Afgani-Abduh merkezli düşünceye cepheden saldırır. Bunun yanında mesela Elmalılı Tefsiri, Gazali’nin İhyasını hatta Maverdi’nin Ahkamus Sultani’sini basar.
Mısıroğlu da Eygi de dıştan bakılınca sert, tavizsiz, katı bir İslamcılığı savunuyor görünse de esasında milli ve yerliyi belirleyen ortalama zihniyetin akredite edilmiş düşüncelerini, muhafazakarların sıklıkla bahsettiği “Kemalizmin cezri uygulamaları”nı ve metodunu törpüleyen bir misyon da gerçekleştirir.
Refah Partisi’nin 1991’deki ittifak görüşmelerinde yer alan heyette Mehmet Şevket Eygi’nin bulunması sürpriz değil.
Eygi 60’lardaki görünürlüğünü 90’larda yeniler. Milli Gazete’deki yazıları birbirinin aynı gibi dursa, hep aynı konuları yazıyor algısı yaratsa da her seferinde bir “taze” yaklaşım içerir, kendini okutur.
Neoliberal dönemde Soğuk Savaş üslubunu taşımasa da antagonist, kutuplaştıran ve Ortodoks yapıya zıt yönelimleri “ifşa” etmeyi sürdürür.
FETÖ’ye ve dinler arası diyalog yaklaşımına erken dönemlerde alenen, sürekli yazılar yazarak ikaz eder. Sahte şeyhler mevzuunu itikat ve muamelatın yanında lüks, şatafat gibi unsurlarla da eleştirir.
Dindarların gidişatına cemaatle namazın azalması, oruç tutanların seyrelmesi, “şeytani tesettür”, pahalı otel iftarları gibi meseleler üzerinden sert eleştiriler getirir. Tasavvufun hatalı yönelimlerini, ruhçuluğun, animizmin, şamanizmin, batıniliğin, şeyh tapıncının artmasını; “ribanın-zinanın-binanın” çoğalmasını, para-servet-tüketim-konfor-gösteriş hastalığının çöküşe götüreceğini sanki bugünleri görecek tarzda çevrenin merkeze yürümesiyle beraber ele alır. Yaşar Nuri Öztürk’e de yüklenir…
Müslümanların güzel, kaliteli giyinmesini, doğru ve estetik ezan okunmasını, hat, tezhip gibi geleneksel sanatlarla ilgilenmesini öğütler bir “estet” tavrıyla, defaat kereler…
90’lardan 2000’lere sarkan yaklaşımları içinde Marksizm’e, feminizme, Darvinizm’e ilişkin ikazlarını sürdürürken Soğuk Savaş döneminden kalma refleksleri azaltmasına rağmen neoliberal döneme en uyumlu Soğuk Savaş İslamcısı olma hususiyetini kazanır.
O radikalliğin, sertliğin, sivri dilliliğin yol açtığı müthiş “uyum”, entegrasyon, belki de kerim devletin nefasetinin sonucu!
Başörtüsü Zaferinin Mimarı: Şule Yüksel Şenler
Soğuk Savaş dönemi İslamcılığının pek çok öznesi, aktörü, temel eseri bulunmasına rağmen İslamcılığa en bariz söylemi, argümanı veren bu hususta başarı elde eden yalnızca Şule Yüksel Şenler oldu!
Amerikan dünya sistemiyle liberalizme açılan Türkiye’de kır kente akmaya başladı. Göç beraberinde kentlileşmeyi, taşra dindarlığının kentlileşmesi meselesini doğurdu. Buna Tek Parti sonrası serbestliği, Nurculuğu, kadınların kamuya katılımını da katınca Cumhuriyet dönemi İslamcılığının, dindarlığının, din anlayışının temel ipuçları da elde edilmiş olur.
Başörtüsünün kamusal alanda gözükmesi Soğuk Savaş’tan günümüze taşınan en belirgin problem… 90’lı yıllarda sisteme karşı muhalefet Soğuk Savaş’taki argümanların ötesine geçerek merkezde dindarların varlığını göstermesiyle, başörtüsü mücadelesiyle, üniversitelerde ve çalışma hayatında türbanın meşrulaşmasıyla gerçekleşti. Dini eğitim, imam hatip okulları hemen arkasından gelir…
Şule Yüksel İslamcılığın öteki ideolojilerden ayrıştığı bir dönemde dindar kesimin övdüğü ve yücelttiği faziletleri hep yerine getirmiştir; ailesi sekülerken kendisi dine yönelir, ihtida söylemini çerçeveleyecek tercihte bulunur, sadece hizmetçi ve köylülerin değil Müslüman kentli kadınların da örtünebileceğini kendi icadı başörtüsüyle gösterir, aktivizmini “sistemin kurumları”nda alenileştirir, şehir şehir gezerek “mücadele” verir, konferanslarda pek çok “gence ilham olur”, “genç yetiştirir”…
Okuma yazmanın erkeklere ve sekülerlere münhasır olmadığını, başörtülü dindar kadının da gazetede yazı yazabileceğini kanıtlar, sinema ve roman vasıtasıyla kitlelere ulaşılabileceğini tecrübe eder. Hapis de yatar; üstelik devlet başkanı Cevdet Sunay şikayetini çekip erken tahliye imkanı sunmasına rağmen “dik durup” teklifi reddeder.
Yeni nesiller yetiştirme sürecinde öne atılır, tohum saçma metaforunun en yakın uygulayıcısıdır, kitleleri “ağlama” eylemiyle kendine çeker, “ağlayın ey Müslüman kardeşlerim” nidası klasik. Eskişehir’de kendisini protesto etmeye gelen solcu gençler, sözlerini işitince “ağlaya ağlaya” “dirilirler.” Türkan Şoray’ı bile ağlatır!
Huzur Sokağı’nın o naif, sade, temiz hikayesiyle özlenen, aranan dünyanın izlerini sürer.
Şule Yüksel Şenler geç modernleşen Türkiye’nin dindar kadınlarının çevreden merkeze, dindar, inandığı gibi giyinen kimliğiyle yürüyüşünün simgesi oldu. Başörtüsü davasını başlattı. “Müslüman Türk kadını” vurgusunun, beklediği yeni neslin, asıl önemlisi başörtüsü mücadelesinin meyvelerini görmeye ömrü yetti.
Onun nezdinde İslamcılar, dindarlar bir sorgulamaya girişebilir…
Bu ülkede “Müslüman Türk kadını” kurallarını kendileri koymadıkları, referans noktası seküler bir mekanizmaya dayanan kamusal alanda başörtüsüyle, dindar kimliğiyle var olmayı mı yoksa İslami iddiasını hayata geçirmeyi mi kendine misyon edinmiştir?
Eğer cevabınız ilkiyse Şule Yüksel Şenler ve Soğuk Savaş İslamcılığının öteki iki silahşörü bu hayata zafer kazanarak gözlerini yummuş, diyebiliriz gönül rahatlığı içinde!
02.09.2019